Viktor E. Frankl’ın, İnsanın Anlam Arayışı anlatısını yeniden okudum. Toplama kampları ile ilgili yazılmış diğer kitaplarda olduğu gibi, bunu da her elime aldığımda anlatılanlardan etkilenmemek olası değil. Ancak Frankl’ın anılarını diğerlerinden farklı kılan, bir bilim insanının gözünden, yaşadığı olaylarla birlikte, tutukluların düşünce ve davranışlarını yorumlayıp bunlardan sonuçlar çıkarabilmesidir. Nitekim o, yaşadığı en umutsuz koşullar içinde, ölümün soluğunu her an ensesinde duyarken, yalnızca eşini düşünmektedir. Hayatta mı yoksa ölmüş müdür, bunu da hiç bilmezken…
“Yaşantımda ilk kez, onca şair tarafından dile getirilen, onca düşünür tarafından nihai bilgelik olarak ortaya konan gerçeği gördüm. Gerçek; insanın özleyebileceği son ve en yüksek hedef, sevgidir. Dünyada hiçbir şeyi kalmayan bir insanın, kısa bir an için de olsa, sevdiği insana ilişkin düşüncelerle ne kadar mutlu olabileceğini anladım.”
Bu söylenenlerin ışığında insan sormadan edemiyor: Tüm duyguların köreldiği, hiçbir değerin anlamının olmadığı o toplama kampında, sevgi bir insanı nasıl hayatta tutabilmiş, onu nasıl mutlu edebilmiş? Frankl’ın bu içtenlikli anlatısı içinde sorumun yanıtını da buluyorum.
Bu satırları yazarken, çöküşün eşiğinde olan kimi insanları sevginin nasıl dirençli kıldığını, onları nasıl yaşattığını düşündüm: Okuduğum gazetelerde, izlediğim haberlerde, dinlediğim anılarda, gördüğüm filmlerde, etkilendiğim öykü ve romanlarda yaşananları… Umudunu tümüyle yitirmiş insanların, yalnızca sevginin gücüyle acılara direnip ölümü nasıl yendiklerini anımsadım. Kuşkusuz bu tür örnek sayılabilecek başarıları yalnız iki sevgilinin arasındaki aşklarla sınırlamıyorum. Aile çevresiyle ve diğer canlılarla olduğu kadar, Tanrı’yla olan ilişkilerimizde de bu direnişi görebiliyoruz.
Sevgiyi her türlü koşulda duyumsatan, hayatımıza anlam katan varlıklar, yaşamın tüm olumsuzlukları karşısında, bizi olduğumuzdan daha güçlü kılabiliyorlar. Onlar, kimi zaman direncimizin bir nedeni, kimi zaman yeşeren birer umut, kimi zaman da amansız dalgalara karşı birer sığınma limanı olabiliyorlar. Nitekim Frankl da anlatısının bir yerinde, sevginin ölüm kadar güçlü olduğunu söylüyor.
Albert Camus’nün şu sözünü anımsadım:
“Yaşamak zor, neyse ki elimizin altında din, sanat ve bize beslenen sevgi var.”
Ünlü yazar haklı olarak, hayatın güçlükleri karşısında, sevgiyle birlikte din ve sanatın da etkili olduğunu söylüyor. Gerçekten de her birimizin, zor anlarında umut besleyebileceği, tutunacağı bir dal olmalıdır. Tüm insanlık tarihi boyunca din, sanat ve sevginin bunu başarıyla sürdürdüğünü düşünüyorum. İnancımız güçlü olmayabilir, sanatın tüm dallarına da uzak kalabiliriz; ama sevgisiz geçen bir yaşamın getirebileceği olumsuzluklar saymakla bitmez. Hepsinden önemlisi din ve sanata, yaşadığımız kimi olumsuzluklar nedeniyle yönelsek de, onları sürekli besleyen yine sevgidir.
Son noktayı koymadan şunu söyleyebiliriz:
Sevgi, ölüme de direnebiliyor!