Tülin Akşin’in makaleye adını verdiğim çalışması 1999 yılına ait. Yani Derrida hayattayken yazılmış ve uluslararası bir kollokyumda Fransızca olarak sunulmuş. Avrupa denince akla gelenlerle kimlik temasının ince bir örgü ile anlamlaştırıldığı bu yazı, altı boş tüm aydınların bire bir ezberlemeleri gereken bir yazı niteliğindedir. Derrida’cı felsefenin temelinde olduğu gibi…
Ben metni daha da değerli kılacak bir açılımdan bahsedeceğim.
‘Kültürel kimlik’ veya ‘Avrupa kimliği’ gibi konular çok eskidir. Bu metin, 1994’te İstanbul’da yapılan ‘Fenomenolojik Sorun olarak Avrupa’nın Dönüşümü’ adlı uluslararası bir kollokyumda sunmuş olduğum Fransızca bildirinin Türkçe çevirisidir. Bazı değişiklikler ve ilaveler yapılmıştır.
Bir kültürde ‘kriz denen olgu’, her zaman bir ‘kimlik’ veya ‘kimliklenme’ sorunu olarak görülebilir. Çünkü, bütün kişisel kimlik ve kimliklenme sorunlarında görüldüğü gibi ‘kültürel kriz’ dönemlerinde de genel olarak, yaşam ilişkilerinde yetersizlikler, uyumsuzluklar yaygın bir şekilde ortaya çıkar. Bu nedenlerden ötürü de endişe, korku, bunalım duyguları ve çoğu zaman bunlarla birlikte, bir başka dünyaya özlem ve umut da güçlenir, yaygınlaşır. Örneğin, günümüz dünyasında olduğu gibi.
Bu bildiride ‘Avrupa kültürünün krizi’ sorununa, genellikle Derrida’yı L’Autre Cap (Diğer Başlık) adlı yapıtında izleyerek, bu soruna bir kimlik ve kimliklenme sorunu olarak yaklaşmaya çalışacağım. Bu metinde onun izinden giderek, Derrida’nın bize betimlediği ve bugünün sorunsal yaşam sahnesini yorumlayabileceğimiz, sorularını yanıtlayabileceğimiz, yani onun bizde bir önsezi, önyargı gibi bulunan yönelimine göre karar alabileceğimiz veya karar almakta olduğumuz iki farklı bakışı, iki farklı mantığı veya ‘iki yorum yorumu’nu göstermeye çalışacağım. Ve sonra da, bu durumun düşündürdüklerine kısaca değineceğim.
Ama bu konular her zaman içlerinde “taze bir damar taşırlar” der Derrida; ve işte bu nedenden ötürü, Avrupa kültürünün kendisi kadar eski olan bu sorunun bugün yepyeni bir şekilde ortaya çıktığını söylemektedir: “Her zamanki gibi yeni değil ama yeni olarak yeni.” (L’Autre Cap, Minuit, 1991, s.22) Yani, Derrida’ya göre, bu eski sorunun, bugün yeniden ortaya çıkışı geçmişteki örneklerinden radikal bir şekilde farklıdır. Çünkü, belli bir Avrupa kültürü bugün globalleşerek ve bütün dünyada egemen olarak, ilk defa (bölgeden bölgeye ölçüsü değişse de) insanların tümünü ve hepimizin yurdu olan gezegenimizi derinden ve olumsuz bir şekilde etkilemektedir. Bu eski sorun, bugün ilk defa, sadece Avrupa’ya ait veya sadece Avrupalıyı göreve çağıran bir sorun değildir. Bütün dünya insanlarını, yeniden bir başka türlü düşünmeye ve sorumluluk almaya çağıran, kendini bize zorlayan genel bir yeniden-kimliklenme, yeni bir varoluş sorusu olarak karşımıza çıkmaktadır.
Derrida’ya göre, bugün genel olarak dünyamızı saran tüm sorunlar: Zengin ve fakir arasında gittikçe büyüyen uçurum, sonu gelmeyen etnik çatışmalar, dinci veya milliyetçi köktencilik ve dolayısıyla dünyamızda her gün daha da çoğalan çeşitli biçimlerde şiddet, dökülen kan, açlık, yalan ve korku, Avrupa kökenli bu Batı kültürünün ve onun bugün dünyaya egemen olan bakış tarzının etkilerinin ürettikleridir.
Eski Yunan’da doğuşundan beri binlerce yıldır insanlık tarihine büyük iyilikler ve başarılar sağlamış bu baş kültüre ait koskoca bir dönem (Epoque) bugün artık, kendi kapanışının (clôtüre) belirtilerini sergilemektedir. İşte yaygınlaşan şiddet, korku, yarından endişe ve her alanda görülen bir genel yetersizlik, Derrida’ya göre böyle bir durumun belirtilerindendir.
Dolayısıyla Derrida, bugünün sorunsal dünyasına artık, kullanmakta olduğumuz dilin -ki bu her zaman batı metafiziğinin dili olmuştur- kavram sınırları içinde bir anlam verebilmenin olanaksız olduğunu düşünmektedir.
Bir dil zaten hiçbir zaman masum ve tarafsız değildir, o her zaman bir mantığın, bir dünyaya bakışın dili olmuştur. İşte bu düşünceler doğrultusunda Derrida, bugün dünyada yaşanan tüm sorunlar en derinliklerinde her şeyden önce “sadece bir ulusal dilin üstünlüğü ile değil bir dil (langue) veya dil-yetisi (langage) kavramının üstünlüğü ile ilgili” olduğunu düşünmekteydi.
Derrida’nın böyle bir dil sorununu nasıl varlık (L’être) sorusuna, yani, metafizik düşünceye bağladığını ve onu oradan bugünkü bilimlerin üretimleri bağlamında da düşünerek, bu sorunu yeni bir”yazı” kavramına gereksinim olarak gördüğünü ve bu yeni soruya ürettiği yanıtını, böylece gramme veya différence sözcükleri altında betimlediğini biliyoruz