Yine kısır tartışmaların içerisinden geçtiğimiz zamanları yaşıyoruz. Dünyada ilkim değişikliği, yeşil dönüşüm, trilyon dolarlık altyapı yatırımları gibi geleceğe yönelik konuları konuşulurken, içeride “Faiz enflasyonun sebebidir” savına geri döndük.
Daha önce üç kez seyrettiğimiz dizi filmin yeni sezon gösterimi başladı. Üstelik bu yeni sezonun da sonu tıpkı diğer üç sezon sonu gibi belli: Yüksek enflasyon, düşen alım gücü, fakirleşen halk ve indirildiği yerden çok daha yükseklere yükseltilen faizler.
Biz dizi filmin sonunu bilmemize rağmen yönetmen ısrarla aynı senaryo ile bizlere farklı bir son izlettireceğine inanıyor.
Oysa çok net, faizin seviyesini ülkenin yaşadığı enflasyon belirliyor. Yapay yolla faiz indirdiğiniz zaman bu faiz indirimi, mevduat gelirinden olan yatırımcının doğrudan dolara gitmesine neden oluyor. Yükselen dolar, maliyet enflasyonunu körüklüyor. İçeride enflasyon hızlı bir şekilde artarken, raflarda fiyatlar neredeyse günlük olarak değişiyor. Halkın gelir seviyesi düştükçe enflasyonu daha da fazla hissetmeye başlıyor. Bir taraftan faizi indireyim ama denge açısından dolar talep edenlere arka kapıdan dolar satayım dediğinizde ise Merkez Bankasının rezervleri eriyip negatif oluyor. Sonrasında bu kırılgan yapı, ekonomiyi güçsüz kıldığı ve dış şoklara açık hale getirdiği için, yatırımcı ülkeden kaçıyor. Sonrasında kaçan yatırımcı geri gelsin diye bu kez daha çok faiz ödemeye razı oluyorsunuz.
Bir yanlış, zamansız ve sabırsız hamle domino etkisi ile ekonominin çarklarını tek tek yıkıyor. Sonra bu yeni durumu ‘Yeni Finansal Mimari’ söylemi ile içeride bunu almaya istekli olan ve bilgisizlere satıyorsunuz.
Yine benzer şeyler oluyor. Bu kez kuru tutmaya çalışmak için (dövizi satarak tutamayacağınızı daha önce de test etmiş olmanıza karşılık) kasada para da yok. Swaplar hariç net rezervler hala ekside ve buradan da düzelme öyle kolayca ve hızlıca olmuyor.
Maalesef uygulanan bir para politikası da yok. Para politikasının uygulayıcısı, yönlendiricisi Merkez Bankası kendine yasada tanımlanmayan bir görev tanımı yaparak ‘Cari Açıktan Cari Fazlaya’ geçişi hedef alacağını söyledi. Oysa ekonomi birinci sınıf öğrencileri dahi biliyorlar ki, cari açığın azaltılması konusu hükümetin yapabileceği bir iştir. Ödemeler dengesi sadece mal ticaretin oluşmuyor. Kaldı ki mal ticareti içerisinde yer alan ihracatın yapısında yer alan ithal ürün bağımlılığı sadece döviz kurunun yukarı gitmesi ile düzelmez. Döviz kurunda kritik eşiği aştıktan sonra ithalat yapamaz hale gelince ihracat da yapamaz hale gelirsiniz. İthal edilen ürünlerin çok büyük oranı hammadde, ara malı ve sermaye malı ithalatından kaynaklanmakta.
Aynı Merkez Bankamız, Amerikan Merkez Bankası (FED) ısrarla 2021 yılı bitmeden ‘Varlık Alım Programında Azaltım’a başlayacağını söylemesine rağmen, ana senaryosunu bu söylemin gerçekleşmesinin 2021 yılında olmayacağı varsayımı üzerine koymuştu. Bu ana senaryo iki ay içinde çöktü.
Oysa sağlıklı bir veri analizi öncelikle analize konu olan verilerin çeşitliliği ve sağlamlığı (buna güvenirlik de diyebilirsiniz) yanı sıra, analiz yapanların analitik düşüncesine, neden ve sonuç ilişkilerini birbirine bağlama yetisine bağlı olması gibi matematiksel bir gerçeklik vardır.
ABD’de 2,5 milyon kişinin işsizliğini sadece onların psikolojik bozukluğuna bağlamak ise bu matematiksel çözümleme ile izah edilemez.
Doğru çözümleme yapmayınca gelinen nokta, yapılan yanlışlıklara, hatalı kararlar sonucu oluşan mevcut duruma bir kılıf uydurarak gerekçelendirme telaşına bizleri sokar. Ve yanlış bakış açısı bir müddet sonra bizden başka herkesin suçlu olduğu ya da herkesin bize karşı olduğu gibi bir yanılsama içine düşmemize neden olur.
Örneğin artık bir dönem çok sık dillendirilen rekabetçi kur söylemini hiç duymuyorsunuz. Çünkü rekabetçi kur diye bir kavram yok. Evet bazı mal gruplarında düşük fiyat rekabet unsuru olabilir ama top yekûn tüm ihracat ürünleri için fiyat düşüklüğü rekabetin ana unsuru olamaz. Daha önce buna dayanarak yola çıkanlar sonra her seferinde ihracat artışı için devalüasyona başvurdular. Oysa hepimiz çok iyi biliyoruz ki, ‘rekabetçi kur’, Türk Lirasının yüksek değer kaybı için uydurulmuş bir kılıftı. Asıl rekabetin katma değerli ürün üretip satmakta, verimlilik artışını sağlamakta olduğunu anladığımızda bambaşka bir sabaha uyanacağımızdan hiç şüphemiz yok.
Şimdi ise uygulanan hatalı politikalar sonucunda içeride yüksek enflasyon, düşük alım gücü, aşırı değer kaybeden Türk Lirası için “Düşük kurla ihracat artacak, ithalat azalacak, ülkede döviz bolluğu olacak ve böylece Türk Lirası değerlenecek” söylemi var. Oysa bu yolu seçerek başarılı olmuş tek bir örnek yok. Kore ve Çin örneğini gösterenlere, bu ülkelerin yıllarca hemen hemen sabit kalan enflasyon oranlarını, büyük teknoloji yatırımlarını, ihracat hamlesi ile birlikte eğitime ayrılan pay ve eğitim sisteminin yüksek teknolojiye yönelik olarak yeniden tasarlanmasını gösterebilirsiniz.
Mevcut politikalar Türkiye’yi ucuz işçiliğin merkezi diğer bir ifade ile Avrupa’nın Çin’i yapar ancak. Buradan bir ekonomik mucize falan çıkmayacağı çok açık. O nedenle bu söylem de ‘ekonomide politikasızlığın’ bir kılıfı olarak şu an rağbet görüyor.
Kurdaki artışın bizi getirdiği bir diğer yer ise ‘Varlıklarımızın üç kuruş para eder hale gelmesi’. Orta halli bir Amerikalı neredeyse BIST 30 şirketlerimizin tümünü alacak hale geldi. Yıllarca bin bir emekle ürettiğimiz varlıklarımız üç kuruş para edince, bu fiyata bulunamayacakları için yabancılar tarafından talep görüyor. Tam bir ‘garage sale’ yaşanıyor. Buna uydurulan kılıf ise ‘ülkeye duyulan güven’. Oysa iş satın alan açısından tamamen ‘ekonomik’.
Başarısızlıklara kılıf bulmakta üstümüze yok. Oysa yaptığımız yanlışlarla yüzleşsek, yapılan hatalardan ders alıp yeni kararları bu dersler ışığında versek umut her zaman var.
Hiç ders almayıp yanlışlığın dersini verenlerden geleceği düzeltmesini beklemek de başka yanlışlık olsa gerek.
Hepinize sağlıklı yarınlar diliyorum.