Türk siyasi hayatını çok uzun yıllardır inceleyen, sorunlarının üstünde düşünen biri olarak vardığım önemli ve ‘genel’ sonuçlardan biri şu: Bir radikal hamleyle kurulan cumhuriyetin ardından gelen siyasal hayatla hesaplaşma henüz tamamlanmamıştır. Birbiriyle doğrudan doğruya ilişkili hatta birbirini belirleyen, bazen birbiriyle özdeş olan cumhuriyetçilik, modernleşme ve batıcılık her evrede bir kere sorgulanmıştır. Bu bir eksiklik değildir. Tersine siyasal modernleşmenin ilerlediğini gösteren çok önemli bir gerçektir.
Söz konusu ettiğim sorgulamaların bir yönü, bir doğrultusu var. Politik sağdaki yeniden yorumlamaların sadece bir kez radikal şekilde ortaya çıktığını gördüysem de politik solda bu sorgulamalar, işin doğasına uygun şekilde, defalarca tekrarlandı. Sağda gördüğüm tek sert zıtlaşma Refah Partisi içindeki Yenilikçi kanadın Erbakan sonrası devam eden iktidara karşı baş kaldırışıdır. Ak Partinin doğuşunu hazırlayan bu hamle gerek siyasal hareketin kendi tarihi içinde gerekse döneminde büyük anlamlar taşıyordu. Kongrenin sonunda yönetime aday kadro partiden ayrılarak yeni oluşumu hazırladı ve kısa sürede iktidara geldi.
1946’da CHP içindeki bir kanadın ayrılıp DP’yi kurmasına benzer bir hareketti bu. Türkiye’de siyasal tabanın yenilikten, gençlerden, iddiadan yana olduğunu gösteriyordu. Benzeri bir tercih 1993’te geleneksel DYP (eski AP) tabanı Tansu Çiller’i genel başkan seçtiğinde gerçekleşmişti. Taban diğer adayları Çiller’den daha az sevmiyordu. Hatta 1950’lerden başlayan siyasi mücadelesinden ötürü İsmet Sezgin’e müteşekkirdi. Gene de gençliği, eğitimi, yeni bir şeyler gerçekleştirebileceği umuduyla tıpkı 1964’te Süleyman Demirel’i seçtiği gibi Çiller’i benimsemişti. Bu çok önemli bir olgudur.
Parlamenter solda, yani adı ve sanıyla CHP’de bu oluşum dediğim gibi defalarca tekrarlanmıştır. İşin ilginç yanı bu tartışmalar, çekişmeler sürekli olarak CHP’nin geçmişine dönüktür. Bu arayış daha ziyade CHP’nin kendi geçmişiyle hesaplaşması ve hiç şaşırtıcı gelmesin, daha ‘halklaşması’ anlamına gelir. (Halkçılaşma veya popülistleşme terimlerini bilerek kullanmıyorum bu aşamada.) Biraz açayım.
CHP’nin ilk büyük dönüşümü bizzat İnönü tarafından başlatıldı. Çetin Yetkin gibi isimlerin Karşı Devrim (Yetkin’in kitabının adıdır) diye nitelendirdiği ve 1945-50 arasına yerleştirdiği bu dönemde İnönü, iddiaya göre, Atatürk’ün tasfiye ettiği küskünlerle (Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele) barışmış, köy enstitülerini kapatmış, Varlık Vergisini salmış, toprak reformundan vazgeçmiş, Türkiye’yi Amerikan emperyalizmine teslim etmiştir. Sabahattin Ali onun zamanında öldürülmüş, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde Niyazi Berkes’in, Behice Boran’ın, Muzaffer Şerif’in başına gelenler onun döneminde yaşanmıştır. Rusya’nın tehditlerine karşılık bula bula (deyim Yetkin’indir) ‘demokrasi çaresi’ni bulmuş, vakitsiz şekilde demokrasiye geçmiş, 1946’da DP’nin kurulmasına fırsat vermiştir.
Bu görüşlerin bazıları doğruysa da bazılarının pek kabul edilebilir bir yanı yok. Doğrudur, İnönü, Batı blokunda yer almak maksadıyla çok partili hayata izin vermiştir. Üstelik o hamle demokrasiye geçiş değildir. 1908-1925 arasında Türkiye’de çok sayıda siyasi parti mevcuttu. 1925’te çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu’yla o partiler kapatılmıştır. Dolayısıyla eğer çok partili hayat tek başına demokrasiyse İnönü ona ‘geçmemiş’, ona ‘dönmüştür’. Bu hamle İnönü’nün Varlık Vergisi, Turancılık’a göz yumma, çok sert bir anti-komünizm anlayışıyla bilhassa sola karşı uyguladığı olağanüstü diktatoryal tutum gibi büyük yanlışlarının bedeli olarak görülmemelidir. (Kemalistliği su götürmez Attilâ İlhan ağabeyim ölene kadar bu iddiaları savundu.) Nitekim eline geçen ilk fırsatta halk CHP iktidarına çok uzun sürecek şekilde son vermiştir. CHP bugüne değin bir daha asla tek başına iktidara gelememiştir.
İkinci hamle daha önemlidir. 1957’de öncelikle bir liberal parti olarak kurulan Hürriyet Partisinin CHP’ye ilhakıyla bünyeye katılan önemli entelektüeller (Turan Güneş, Şerif Mardin, Aydın Yalçın, onlardan bağımsız olarak Doğan Avcıoğlu) 1957 yılında İlk Hedefler Beyannamesi’ni yayınlayarak DP iktidarının diktatoryal tutumuna somut bir seçenek üretmekle kalmamış, 1961 Anayasasının nispeten özgürlükçü ve demokratik çerçevesini de hazırlamıştır. Ne yazık ki, CHP izleyen dönemde 1960 askeri darbesine destek vererek gelişme şansını tekrar yitirmiştir.
Üçüncü büyük hamle 1965 ve sonrasındaki Ortanın Solu çıkışıdır. İnönü’nün hesap etmeden kullandığı bu kavramı genç siyasetçi Bülent Ecevit üstlenmiş, CHP Genel Sekreteri olarak ve açık açık ‘devlet partisinden halk partisine’ (niçin ‘halklaşma dediğim şimdi anlaşılıyor) diyerek CHP’nin sol dönüşümünü başlatmıştır. Diğerleri arasında bu dönemin momentumu daha önemlidir. 1968 sonrasında Türkiye’nin yanlış anlayarak da olsa benimsediği Avrupa’da öne çıkan sol dalga CHP’yi tutuk şekilde sola itmiştir.
Tutuk diyorum çünkü CHP hala devletçidir. Gerçi Ecevit meşhur Yön Bildirgesi’ni ‘fazla devletçi bularak’ imzalamamıştır ama bu onun devletçiliğini ortadan kaldırmaz. Buna rağmen 1977 seçimleri sonrasına kadar geçen 12 yılda CHP tüm eksiklerine rağmen bir sol partidir. Bu niteliğiyle de artık Ankara’da Çankaya’dan, İstanbul’da Nişantaşı’ndan değil Kağıthane ve Elmadağ’dan oy alan bir partidir.
“Toprak işleyenin su kullananın” sözü elbette sol ‘kaymayı’ sürdürecekti. Nihayet 1979’a gelindiğinde bizzat Ecevit bu genişlemeden ürktü ve 1980 sonrasında CHP’ye bağlarını kesti. Kurduğu DSP’de ‘demokratik sol’ dese bile düpedüz sağ bir siyasete yöneldi. Elbette doğru bir tanım olan ‘inançlara saygılı laiklik’ ile başladığı doğrultuda popülist, tam manasıyla ulusalcı bir konuma yerleşti. Sola ateş püskürüyor, onları ‘halktan uzak ve kopuk’ kimseler diye nitelendiriyor, mükemmel bir entelektüel olmasına rağmen aydınlara bulduğu her fırsatta öfke dolu bir nefreti püskürüyordu.
O arada kesinlikle sol bir çizgi izleyen, Kürtlerle iş birliği yapan, onları parlamentoya taşıyan, evrensel bir sosyal demokrat çizgiyi benimseyen ve daha geniş şekilde temellendirmeye uğraşan SHP yeni açılan, galiba yüzde 1’lerde gezinen CHP’nin kursağına atıldı. Baykallı yıllar başladı. Bugün de anımsanan 367 problemi, Cumhuriyet mitingleri, İkna Odaları süreci başladı.
Kılıçdaroğlu dönemi Baykal döneminin tarihini unutturmaya çok çalıştı. Belki İstanbul’a belediye başkan adayı olduğunda ofisini Kağıthane’de tutan Kılıçdaroğlu Cumhuriyet Bayramı’nı gidip Bağdat Caddesinde kutlamasının yarattığı o garip ve çelişik durumun tesiri altında kalarak yeni bir arayışa girdi. Bu hayatının yanlışını yapmaktan onu alıkoymadı. ‘Ekmek için Ekmeleddin’ diyerek bir siyasal İslamcıyı ‘halklaşma’nın uzantısı olarak kendi partisinin adayı göstermekten çekinmedi.
Kılıçdaroğlu şimdi ‘helalleşme’den söz ediyor. Keşke bu kadar ‘yüklü’ bir kavramla açmasaydı bu tartışmayı. Çünkü önemli bir noktada duruyor. Gene de çıkışının önemsenmesi, üstünde düşünülmesi gereken bir yanı var. Neyle helalleşeceğine henüz karar vermediği belli. Toplumun sıkıntı yaşamış, mağdur olmuş, zora düşmüş kesimlerini sayıyor söylevinde. Maksadı onların çıkmazlarını aşmasına yardımcı olmak. Bu bir yeni ‘toplum uzlaşması’ çağrısı. Ama akla hemen helalleşmenin Tek Parti dönemindeki uzun tarihi geliyor. Kılıçdaroğlu eşiyle birlikte ‘Dersim’ meselesini söz konusu ederek bu tartışmayı daha ilk seçildiğinde yapmıştı. Ama şimdiki iddiasını nereye kadar sürdürür, henüz belli değil.
Bir parti yüz yıla yakın süre ayakta kalınca bunlar doğaldır. Başta da dediğim gibi doğrudur da. Mesele serinkanlılıkla düşünmektedir. Halkçılığı Altı Ok’undan biri seçmiş bir partinin halkla barışmayı araması kaçınılmazdır. Ama bunların zorlu süreçler olduğunu da unutmamak gerekir. Siyaset hayat gibidir, birbirine eklenen zincir halkalardır.
İzleyelim, görelim...