II. Dünya Savaşı’nın ardından toplumbilimsel yaklaşımlar ve felsefe, -miras aldığını yeni zamana uyarlayarak dönüştürme ve bu düzeyle geliştirerek- yeniden üretilmeye başlandı. Bu çalışmalar, iki dünya savaşı yaşayan dünyanın öncelikli kaçınılmazıydı. Dönemin felsefecilerini günümüz filozofları olarak isimlendirebiliriz. Çünkü ürettikleri yeni düşüncenin birincil etkileri günümüze yansımış ve yaşadığımız zamanı içine alan epistemolojik temellere dayalı çalışmalardır. Geçmişten geleceğe bakma gayreti ile değil, bizzat çağın etkilerini, çıldırmış ve iki dünya savaşı yaşamış bir gezegenin vardığı sonuçları yaşayarak üretilen felsefelerdir bunlar.
Avrupa Sosyoloji Merkezinin kurucusu olan Pierre Bourdieu, bu filozoflardan biridir. II. Dünya Savaşı sonrasının en yaratıcı ve en verimli araştırmacılarından ve günümüz sosyolojisinin temel kuramcılarındandır. Cezayir’de Fransız sömürgeciliğini yakından tanıma fırsatı bulan düşünür bu deneyiminin de etkisiyle, felsefi yaklaşımını sosyolojik ve antropolojik açılımlarla geliştirmiştir.
Bourdieu, yaşamakta olduğumuz yüzyılın sosyolojisine ve yakın, hatta orta geleceğe de etkisi olacak en sistematik ve en kapsamlı epistemolojik girişimin yaratıcısıdır. Habitus, yeniden üretim ve alan sorununun kapsamını derinleştirdiği çalışmalar, en derin çalışmalarıdır. Epistemolojik konumu doğurgan yapısalcılıktır ve Avrupa kıtası felsefelerinde bu yaklaşımı eleştirel realizmle yakın görmek mümkündür.
O’na göre, bir alan; “Bazı iktidar biçimlerine gömülü konumlar arasında tarihsel bağıntılar bütünüdür. Tıpkı manyetik bir alan gibi, nesnel kuvvetlerin yapılanmış bir sistemidir; buraya dahil olan bütün nesnelere dayatabildiği özgül bir ağırlık merkeziyle donanmış, bağıntısal bir konfigürasyondur.”
Bourdieu alanı, zamanda bir çatışma ve rekabet mekanı olarak görür ve bu savaş alanı analojisidir. Bu savaşa katılanlar, bu alanda etkili olan özgül sermaye türü, sanatsal alanda kültürel yetke, bilimsel alanda bilimsel yetke, dinsel alanda din adamlarının yetkesi üzerinde tekel kurma ve iktidar alanında farklı yetke biçimleri arasındaki ‘dönüşüm oranlarına’ ve hiyerarşiye karar verme gücünü elde etme amacıyla birbirleriyle rekabet etmektedirler.
Aslında çok anlaşılır bir şey. Alan, ait olanın savunması altında ve sahip olmak isteyenin saldırısı altında olandır. İş, aile, arkadaş çevresi hatta aşk! Tamamı alanlara sahiptir ve asıl olanın, saldırı ve savunma dozunun farkında olunması ve ayarlanabilmesidir. Dünya savaşları, bir gezegenin bunu başaramamasıdır.
İktidar ile ‘karşısındaki’ (her neyse) arasında yaşanan ilişkileri, alan kavramı derinliğinden algılamak, çözümlemeyi ve üstünlüğü sağlayacaktır. Felsefe; kitaplara hikaye olsun diye yazılmış eser değildir, yaşamın her anına ışık tutandır.