Dışarıdan bakılınca sebeplerle değil sonuçlarla uğraşan bir hareket tarzı içindeyiz gibi gözüküyor. Halbuki sebepler ile uğraşmak daha mantıklı.
Bazı dostlarımız “Zaten sebeplerle uğraşıyoruz” diyerek faize yapılan müdahaleyi doğrulayıp, ‘sonuç’ olarak kabul edilen enflasyonla mücadele edilmemesini mantıklı bulabilir. “Enflasyon sonuçtur” tezinde devam ettiğimiz için, doğal olarak sorunların sebebi olarak gösterilen faiz düşürülünce sorun kendiliğinden hallolacak. Model böyle.
Peki yeni model başka neyi öneriyor? Sanayi ve ihracata düşük maliyetli kaynak sağlayarak üretimi artırmak, cari fazlayı hatta dış ticaret fazlasını sağlayıp döviz baskısından kurtulmayı. Daha önceki raporlarımda sayısız defa tekrar ettiğim gibi cari fazla elde etmek için üç önemli koşul var:
- İhracatın kilogram değerini ve katma değerini artırmak: Nihai malın ağırlıkta olduğu Türkiye ihracatını bu hale getirmek kolay değil. Marka, tasarım, inovasyon, Ar-Ge, teknoloji, insan kaynağının eğitimi, kritik altyapı, dijital altyapı, finansman, lojistik, satış, pazarlama, reklam ve fuar gibi konularda devrim niteliğinde işler yapmak lazım. Diğer taraftan zaten yükselmekte olan üretim maliyetlerini kendi elimizle daha da yükseltmememiz gerekiyor. Buna göre ithalat vergilerini ve dolaylı vergileri rasyonel seviyelere düşürmek gerekiyor.
- Aramalı üretimini artırmak: Türkiye'nin ithalat yoluyla tedarik ettiği 150 milyar dolar değerindeki ara mallarının yerli üretim sayesinde azaltılması gerekiyor. Bunun önündeki engel büyük çoğunlukla oligopol yapılar. Kapasitelerin artışını az sayıda kişinin menfaatine uygun değil, rekabetçi ortam ile sağlarsak bu anlamda büyük yol almış oluruz. Bu arada dünyanın dev markalarını gümrük vergileri ve kısıtlamalarla yormak yerine, Türkiye'de üretim yapmalarını sağlayacak bir yaklaşımda bulunmak gerekiyor.
- Döviz kazandırıcı faaliyetlere cesaret verilmesi: Belki de en kolay sonuç alınacak yaklaşım bu ancak nedense yol alınamıyor. Örnek verelim: Türkiye'ye gelen yabancı öğrencileri merkezi sınava tabii tutma kararı döviz gelirlerimizi riske atan bir yaklaşım oldu. Dünyanın dört bir yanından gelen yabancı öğrencileri merkezi bir sınava tabi tutmak, altın yumurtlayan tavuğu kesmek gibi olacak. Bu yanlıştan dönülmesi gerekiyor. Ayrıca diğer döviz kazandırıcı faaliyetler ile ilgili de moral bozucu kararlar alınıyor. Halbuki kolaylıkla önleri açılabilir. Eğer idare firmalara güvenmezse, firmalar da idareye güvenmez.
“Ayrıcalık değil öncelik yaratmak lazım…”
Özetle, sadece teşvik vermek ya da ucuz kredi sağlayarak bu işi başaramayız. Eğitim seviyesinden mevzuat uygulamalarına kadar birçok yerde yatırımcıları özgür ve güçlü hissettirecek, esnek ama denetimi kolay olan bir model gerekiyor. Eğer devlet eliyle üretilen bir menfaat öncelikler belirlenmeden herkese dağıtılırsa, kimsenin elinde fayda sağlayacak büyüklükte kaynak olmaz, üretilen işler arzu edilen sonucu yaratmaz. ‘Herkese destek vermek’ aslında kimseye destek vermemektir. Unutulmamalı ki teşvik, asimetrik bir modeldir.
Ancak öncelikli sektörleri değil de sektörlerin önceliklerini dikkate alarak kaynak dağıtmaya başlarsak, ortaya konan modelde ısrar edilse bile başarı sağlamak mümkün gözükmüyor. Tamamen seçici bir şekilde yola devam edilmeli, bugüne kadar kollanmış ve teşvik verilmiş sektörler hakkında ekonomik etki analizleri yapılıp, bunun sonucunda bazılarına “Tamam artık bitti” deyip verim sağlayanlara dönülmeli.
Şunu unutmamak lazım: Sunulan model firmaları dış rekabette güçlendirmek için tasarlanmış gibi gözüküyor. Fakat hâlâ bazı ‘seçilmiş grupların’ iç piyasadaki haksız rekabetine ya da rekabet ihlallerine yol vererek devam edilirse, enflasyon-faiz-döviz kuru üçlüsü beraber yükselmeye devam edecek.
Son olarak, enflasyonla alakalı bir şey söylemeye gerek yok. Hayat pahalılığı ve gelecek endişesi arasına sıkışmış durumdayız. Umarım uzun sürmez.