Bir kitap okudum: Pera’da Gece Yarısı. Yazar Charles King, hayatı boyunca bizim gibi Türkiye menşeili kaynaklara maruz kalan pek çok okuyucunun önyargılı bulacağı bir araştırma kitabı yazmış. Kitap, I. ve II. Dünya Savaşları arasındaki dönemde Türkiye’nin içinden geçtiği hızlandırılmış, tam da özümsenmemiş deneysel modernleşmeyi, etnik arınmayı, millileşmeyi anlatıyor. Bizim alışık olduğumuz destansı bir başarı zinciri gibi değil. Siyasi farklılıkların hızlıca bertaraf edildiği bir dönemi anlatıyor. Milli Tarih, her ne kadar homojenize bir fikir birliği var gibi yazılmış olsa da üstten hafifçe değinilerek geçilen fikir ayrılıklarına, King, kaynak göstererek alternatif vurgular yapıyor. Örneğin Halide Edip ve eşi Adnan muhalefetin bastırılmak, yargılanmak, ikna edilmek sureti ile bertaraf edilmesini kabullenemeyip Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki öncü pozisyonlarını koruyamıyor ve ülkeyi terk ediyorlar.
Yazar taraflı bir araştırmacı olabilir. Ancak ilettiği sayısız anekdotla İstanbul’un bize anlatıldığı kadar renksiz olmadığını apolitik ve rengarenk bir kültürü olduğunu hissettiriyor. Hatta bir cümlesi var ki, bugün bile bana geçerli geldiği için hoşuma gitti:
İnsanlar, bir şekilde milliyetçilerin öngördüğünden daha kirli, karmaşık hayatlar sürerler. Ve tam da bu sayede sanatsal deha ortaya çıkar.
Bu sanatsal dehalardan biri olan Nazım Hikmet’ten bahsediyor kitap uzun uzun…
Nazım, şiirini daha çok sıradan hayatların çeşitliliğine verdiği değeri dile getirmeye kullandı. Ancak Türkiye’nin Sovyetler ile olan bağları şekil değiştirince ülkenin istenmeyen kişisi konumuna yükselmesi kaçınılmaz oluyordu. Tek partili dönem, sosyalist görüşleri tehdit olarak görüyordu. İlk başlarda, Bolşevikler emperyalizme karşı duran Türkiye’nin resmi olarak Sovyetlere katılmasını ve Mustafa Kemal’in lider olarak ülkesini yönetmesini istiyordu. Bu istek sessizce ve kati olarak reddedilince ilişkiler bozulmaya başlıyor. Türkiye’deki sol oluşumlar yok ediliyor, hatta Mustafa Suphi adlı komünist lider ve ekibi iddialara göre Karadeniz’de bir gemi kazasında öldürülüyorlar. Suikastı üstlenen Yahya Kahya, bana bugünkü siyasi ortamı hatırlatan bir laf ediveriyor:’ Sanki bütün işlerde, ben tek başıma mı idim? Daha üstüme varırlarsa, her şeyi olduğu gibi ortaya dökerim."
Nazım, Suphi’nin suikastından çok etkileniyor ve Sovyetlere sıkça gitmeye başlıyor. 1924’te Lenin’in cenazesinde dünya sosyalistlerini temsil eden grupta yer alıyor. Aklına eseni pek de sansürlemeden ifade ettiği için defalarca tutuklanıyor. Kemalizm’in inkarcısı ve Sovyet hayranı ilan ediliyor. Hayatının çoğu sürgünde üreterek geçiyor… Ürettiği en kapsamlı eser olan Memleketimden İnsan Manzaraları, Anadolu’da yaşamış sıradan insanların öykülerini okuyucuya sunuyor. Nazım’ın bu eseri yazmaktaki heyecanı, yaşadığı yıllara bize öğretilenden farklı, alternatif bir ışık tutabilmek.
Kısacası, kitabı beğenerek ve şaşırarak okudum… içinde Struma ve Mefkure faciaları da olmak üzere çok fazla tarihsel ayrıntı özenle verilmiş. Roza Eskenazi, Seyyan Hanım, Udi Hrant gibi renkli karakterlerin hayatlarına değinilmiş. Türkiye’de sürgünde kalan Leon Trotsky, Ahmet ve Nesuhi Ertegün’den bahsedilmiş. Acı veren 6-7 Eylül olayları yanı sıra ilk dünya güzelimiz Keriman Halis’e yer verilmiş. Bana göre kitap bir yıldızlar geçidi…
Halen ‘önümüze gelene bir tekme’ mantığı hayatımızda süregelmekte… Keşke geçmişimizdeki sayısız güzelliğe yaptığımız bertaraf etme eylemini artık bir kenara bırakabilsek…