Tarih, ilginç bir bilim… Kimi onu merak eder, okumayı, içine girmeyi çok sever; kimi nefret eder ondan… Bizim içinse biraz daha tanıdık, biraz daha bizimdir tarih… Yakın zamanda çok iniş çıkışlar yaşadığımız, küllerimizden doğduğumuz, yepyeni bir hayat seçtiğimiz içindir bu, belki…
Osmanlıyı bazısı sever, bazısı ondan nefret eder, tıpkı tarihin geneline bakış gerçeği gibi… Osmanlının bir tarafı şa’şaa, bir tarafı kan… Bir yanı mutluluk, diğer yanı göz yaşı… Bir yanı zafer, öteki yanı sonuna kadar basiretsizlik… Siyahla beyaz gibi, geceyle gündüz gibi… Hem seversiniz onu hem kaçarsınız ondan. Geçmiştir, hiçbir zaman gelecek olamayacak olan…
Ayşe Övür’ün ‘Sahra 1911’ adlı romanı, 1911 yılının Osmanlısına bakıyor. Roman, "Kafkasya’dan Trablusgarp’a..." uzayan bir süreci anlatıyor.
“Sahra 1911, Osmanlı İmparatorluğu sınırlarının emperyalist güçlerce ufalandığı, topraklarında sömürgeciliğin hızla filizlenmeye başladığı bir dönemi eksen alıyor.
Ülkesi için hâlâ umudu olan bir doktorun, bir öğretmenin, bir gazeteci/subayın ve bir çocuğun kahramanlık öyküsü… Gönen’den Sahra Çölü’ne, imparatorluğu kurtarmak üzere savaşmaya giden Çerkes lideri Seferbey’in son seferi…
Bu yolculuktan sekiz yıl sonra Kurtuluş Savaşı’nı kazanacak bir ulusun dönüşümüne ve ruh haline ilişkin saptamalar yapan Ayşe Övür’ün bu ilk romanı, doğal atmosferiyle farklı, ilgi çekici tarihsel bir serüven.”
1911’de yaşanan Trablusgarp Savaşıyla başlayan çöküş, bir yıl sonra yaşanan Balkan Savaşı ve ardından I. Dünya Savaşıyla koş koşa geliyor, ta ki Kurtuluş Savaşının yaşanmasıyla ve ardından kurulan Cumhuriyetin parlamasıyla yeni bir ülke kuruluncaya kadar… Bu romanda, kahramanların hikayeleriyle, bu çöküş sürecinin ilk halkasına takılacaksınız.
Pandemi, kitap okumadan asla geçmez. Okuyan, daha çok okuyor; okumayan, sağlam bir okur olmak yolunda ilerliyor hâlâ bugünlerde... Şunu da düşünmüyor değilim: Bizim de içimizde kocaman bir tarih saklı değil midir aslında? Tüm yaşanmışlıklarımız, yenilgilerimiz, korkularımızı; zaferlerimiz mutluluklarımız yaratmaz mı zaten? En büyük tarih, bizim kendi kendimize, kendi ruhsal coğrafyamızda, yaşadığımız ve çoğu zaman da yazmadığımız tarihtir. Kendi anlaşmalarımızla belirlenmiş, kendi kayıplarımızı yaşadığımız ya da bütün bir hayat boyunca kazanmayı umduğumuz savaşlarımız vardır onun içinde.
Amy Grace Loyd’un ‘Başkalarının Hayatı’ adlı kitabı başarılı bir çeviri. Başkalarının hayatlarından kesitler sunuyor öykü diliyle… Böylece her insanın bir hikayesi olduğuna bir kere daha şaşırıyorsunuz. Sadece kendinizinkinin değil, başkalarınınkine de yakından bakmak, onların da tarihlerini okumak istiyorsunuz. Her insanın hayatında, kayda geçmesi gereken ayrıntılar olduğuna, bunların bazılarının sizinkine benzediğine bakıyorsunuz. Bazılarınınsa keşke yaşasaydım bunu ya da iyi ki böyle bir şey yaşamamışım türünden inceliklerle dolu olduğunu görüyorsunuz.
Hayat, akıl gerçeği gibi değildir, herkes kendininkini seçmez bazen. Daha iyisini, daha güzelini daha mutlusunu isteyebilir. Bakalım siz, bu hayatlardan hangisini seçeceksiniz?
Son olarak elime yeniden aldığım bir kitap var sırada. Kitapla hiç ilgisi olmayan birini bile, kaleminin ucunda sürükleyecek güçte bir yazardır Murathan Mungan…Son kitabı ‘Harita Metod Defteri’nde anılarını anlatmış. Harika bir kültür mozaiğinde yaşanmış çocukluktan, büyük şehirlerde devam eden gençlik süreçlerine uzanan rengarenk bir yaşam öyküsü… Ancak harita metot defterine yazılabilecek farklılıkta ve içerikte üstelik. Mesele şu tarihte başladı hikaye diyerek klasik bir girişle alışılagelmiş bir üslupla anlatmak değildir yaşananları… Mesele; uzun ya da kısa yazılmış, adı konmuş farklı bölümlerle bir bütün yaratıp okuyucuyu seneler içinde tatlı, tanıdık ve merak dolu bir yolculuğa şiirsel bir dille çıkarmak… Bu da Murathan Mungan olmayı gerektiriyor. Kitabın girişinde bu kitabı yazma amacından söz ederken: “Geçmişin çelişkilerini, açmazlarını, hayal kırıklığı, nefret ya da sevgisini sorgulamaya başlamakla gelişen süreçten arınarak çıkmak kolay değildir. Zamanı dinleyip yaşamı tartmaktan, içini onarmaktan, eski hesapları kapatmayı bilmek gibi nice zahmetli konaklamadan geçer bunun yolu. Yılların terbiyesinden geçmemiş yalancı bir olgunluktan söz etmiyorum burada. Yükünü hafifletmeyi bilmiş, kalbini ovup yeniden parlatmayı becerebilmiş bir erişkinlik hali anlatmaya çalıştığım” diyerek yaşanmışlıkları yazma olgunluğuna nasıl erişileceğini anlatıyor.
Öykü başka, anı başka… Hepsi, farklı renkte. Herkesin kendi için yeni bir renk seçeceği günlerdeyiz. Yeni bir yıl geliyor çünkü… Yeni yıla daha gerçekçi girecekler için öyküler, anılarla el ele verip masalları bir adım geçecektir.