Hayatın gittikçe sorun taşıyan ve bireyde stresten başka hiçbir şey üretmeyen günlük kaosu içinde, efsunlanmış insanlar olarak topluma yedirilmek istenen zehri göremeyecek kadar gerçeklik algısını yitirmiş olabiliriz. Veya kurbağlar gibi soğuk su dolu bir kapta yavaş yavaş ısıtılarak, tehlikeyi fark etmeden, sonunda onlar gibi ‘haşlanmanın’ kaderini yaşayacak da olabiliriz.
Neyse ki, sanat var da ‘uyuyan güzelleri’ uyandırmaya çalışıyor. Ortaçağ’da dine hizmet etmeyen sanatın, hatta gülmenin bile yasak olduğu dönemlerde muktedirler toplumları istedikleri gibi yönetirlerdi. Birey bir hiçti ve sadece sisteme uymak zorundaydı. Onu yoldan çıkaracak her ‘renk’ yasaklanmalıydı. Zira özgür sanat, gerçekleri görme ve gösterme mecrasıydı. ‘Kral çıplak’ demenin en etkili toplumsal aracıydı.
Lakin, günümüzde her ne kadar post truth’un bombardımanında zihinler yönlendirilmeye ve de yönetilmeye maruz kalırken, kirlenmemiş veya hala kurbağanın giderek düştüğü hissizleşmeye maruz kalmamış insanlar sayesinde uyuyan kitlelere gerçekler gösterilmeye çalışılıyor, alarm zilleri kulakların dibine yerleştiriliyor.
Bunlardan en sonuncusu bugünlerde sadece sinemaseverlerin değil, sinemaya mesafeli takılıp da etrafta çok konuşulmasından dolayı çoğu kişinin seyrettiği bir Amerikan filmi. ‘Don’t Look Up’.
Diğer bir deyişle ‘Yukarıya sakın bakma’. ‘Sakın’ kelimesini filmin mesajını bilenlerin ekleyeceği bir ek vurgu olarak görmek lazım.
‘Temiz’ ve bilimi sadece bilim için yapan iki bilim insanının, Everest Dağı büyüklüğünde devasa bir meteorun dünyaya altı ay içinde çarparak hayatı sonlandıracağını anlatmaya çalıştıkları bir senaryoya sahip film.
Gelin görün ki, bu iki bilim insanımız dertlerini ne siyasetçilere ne de onların yörüngesine girmiş medyaya anlatabiliyorlar. Devletin başkanı meseleyi, kaybedeceği seçimleri tekrar kazanabilmek adına kullanmaya çalışırken, medya ise meteor gerçeğini hafife alıp toplumu doğru bilgilendireceğine, onları eğlendirmenin daha çok izlenilir oldukları gerçeğinden hareket ederek işi şova dökmenin gayreti içine giriyor…
Über zengin medya patronu ve ailesini konu edinen günümüzün bol ödüllü ‘Succession’ dizisi de ana akım medyanın topluma hizmet etmekten uzaklaşarak nasıl da siyasi muktedir ile el ele, rantlarına rant katmanın peşinde büyük mücadele verdiğini anlatıyor zaten.
İşte böylesi bir medya, meteor tehlikesine rant penceresinden siyasetle kol kola yaklaşıyor.
Filmde, ünlü haber spikerinin bilim insanlarını programa aldığı gece sorduğu soru, “Acaba meteor Miami’ye düşer mi? Orada eski karımın evini vurur mu inşallah?” kıvamında olacak kadar absürt bir medya formunu simgeliyor.
Sokaktaki insanların çoğu, siyaset-medya ikilisinin tasarladığı mükemmel algı yaratma süzgecinin odağından baktığı için felaketi görmezden geliyor. Zaten bilime karşı olan yığınların ‘bize bir şey olmaz’cı cahil tavrına bir de hayatlarını haz ve keyif kültürüne saplamış yığınların duyarsızlığı hazin sonu kaçınılmaz kılıyor.
Aynı, görünmeyen virüse inanmayıp bilimdışı gerekçelerle aşı karşıtlığına batmış yığınların toplum sağlığını tehdit etmesi gibi...
Film aslında meteor metaforundan yola çıkarak iklim krizinin dünyanın nasıl da sonunu hazırladığını anlatmak istiyor. Lakin gözle görülmeyen bir tehlikenin farkındalığı yığınlarda gelişmemiş olunca kapitalizmin silahşorları olan iş insanı-siyaset-medya triumvirası dünyanın yaşayacağı felaketten toplumları bihaber etmek için varını yoğunu ortaya koyuyor.
Sokaktaki insan da sahip olduğu maddi varlıklarıyla yetinmeyip, onların daha iyisine daha güzeline, daha niteliklisine, daha da güçlüsüne sahip olmak için bu triumviranın ekmeğine yağ sürüyor. Kullandığı sosyal medya ile gerçeklerden uzak bir şekilde birbirini uyutmaya çalışıyor.
Triumvira, iktidarını sağlama alırken, vahşi kapitalizm de çok küçük bir azınlığı çok zengin ederken, çok büyük çoğunluk yoksulluk içinde debelenip hayatla ölümüne mücadele ediyor. Olan, umutsuzlukları ellerinden haksızca ve vahşice alınan çocuklara ve gençlere oluyor. Adaletsizlik tavan yaparken dünya bir avuç insanın rahatlığı uğruna ölüme gönderiliyor.
Filmdeki kara mizah ve koyu hiciv bazen abartıya kaçarken, bundan asıl amacın filmin vermek istediği mesajı, meseleyi zaten kavramış olan sadece aydınların ve bilinçli kesimlerin değil, karikatürize edilmiş karakter ve olaylar sayesinde farkındalığı yeterli olmayan sokaktaki insanın da almasını sağlamak. Diğer bir deyişle, alarm zilini dünyanın her bir tek evinde alabildiğine sesli ve zırıltılı çalmak.
Bizim kimi sözde aydınımız, filmin kara mizahını çok abartılı bulup filmi eleştiriyor ama meselenin ana odağını kaçırmaya devam ediyor. İşin şakasının olmadığını, tüm insanlığı ilgilendiren korkunç sona karşı toplumları uyandırmaya çalışan bir filmi estetik kaygılarla eleştirmenin artık bir lüks olduğunu anlayamıyorlar. Zira onlar da görmedikleri tehlikeye bir bilim insanı kadar inanmıyorlar belki de. Onlara, filmdeki, gökyüzünde meteorun gözle görünmeye başladığı zaman tüfeğiyle ateş ederek onu binlerce kilometreden yok etmeye çalışan cahil insanı hatırlatmakta çok fayda var.
Siyasetçi ise toplumun, gözle görünmeye başlayan tehlikeyi beyhude bir çabayla görmemesine çalışıyor, ‘Don’t Look Up’ sloganıyla. ‘Yukarı bakmayın, sadece bize bakmaya devam edin’ diyecek kadar çaresizliklerini kendilerinden bile gizlemeye çalışıyorlar.
Günümüzde de post truth’un algı yaratma makinesi eşliğinde yaşadıklarımız, gördüklerimiz ve hissettiklerimiz tam da bu değil mi? Gördüğümüze, ‘Hayır bu gerçek değil, benim anlattığım asıl gerçek’ demiyorlar mı? Bizim beyaz olarak gördüğümüze onlar ısrarla, ‘Hayır siyah’ diye buyurmuyorlar mı?
Üstelik yığınları da bu yalana inandırmayı başarmıyorlar mı?
O halde, Triumvira, ‘Yukarı bakmayın’ dedikçe anlayın ki, bizim hep yukarıya bakmamız gerek.
Geleceğimiz için, çocuklarımız için…