Yeni yılınız, kutlu ve mutlu olsun! Köşemde yeni yılın ilk sayısını yakalamış olduğum için şanslıyım… Çünkü başlangıçlar güzeldir, tazeliktir, umuttur, geleceğe daha mutlu bakmaktır. Hem de bütün bunlar, hayatın içindeki mucizeler gibi, kendiliğinden olur.
İçimde bunlardan azar azar var.
Ama hayatın diğer tarafı, peşimi bırakmıyor. Bir yerlerimden yakalayıp duruyor beni… Tam her şeyi yoluna koyuyorum derken hepsi, alıp başını gidiyor bir yerlere… Dua ediyorum, dilek diliyorum; güzelliklere, geçmişe, geleceğin bana vermek için doğru zamanı beklediği hediyelerine sığınıyorum ama olmuyor… Büyümek de tam bu demek sanki… Avuçlarında cıva taşımaya benziyor hayatı yaşamak bazen. Tam tuttuğunu zannediyor insan, bir de bakıyor ki eline değmemiş bile tuttuğunu sandığı şey…
Yeni yılın heyecanı bu mu şimdi, demeyin sakın! Aslında onun taze taze gelişinin farkındayım ben, sadece o tazeliği yaşı ilerledikçe daha yavaş yaşıyor insan. Küçükken bindiğimiz tahterevalli gibi hayat… Hatırlayın, o zaman da yukardayken hem mutlu olurduk hem de içimizde, aşağı hangi hızla ineceğimize dair saklanmış korkuyla birazdan ayrılacağımız mutluluk için hüzünlenirdik. Yani ben öyleydim. İçimde hep biraz sonranın farkındalığı vardı. Meğer hayatın provasıymış, o oyuncak… Alıştırıyormuş bizi olacak biteceklere… Çocuk aklımla; ona bindiğim zaman mutlulukla heyecanı, kazanmakla kaybetmeyi aynı anda yaşadığımı fark ediyormuşum demek ki… Bu sebeple hem severdim onu hem de korkardım tahterevalliden. Hayata benzediği için, onu da öyle yaşıyorum; hem çok seviyorum hem de bazen çok korkuyorum ondan…
İnsan büyüdükçe sahip oldukları da birer birer değişiyor, başkalaşıyor, dönüşüyormuş. Tahterevallide bir yukarı bir aşağı gidip gelirken boyunun da uzadığını da fark ediyormuş. Ayaklarını yere basıp onu istediği zaman dengede tutabileceğini anlıyormuş. Günün sonunda, insanın bu oyuncaktan kendisine çıkaracağı bir ana düşünce kalıyormuş geriye: “Bir daha ne yukardayken o kadar sevinmeye ne de aşağıya inerken öylesine çekinmeye gerek varmış.” Hayat, o kadar da ciddiye alınacak bir şey değilmiş sanki…
Ama şiirler, şarkılar öyle demiyor…
Doğan güneş, her seferinde başka güzel doğuyor inadına…
Bebekler, büyüyor; dünya dönüyor, saklı olan bütün güzellikler insanı bulmak için sıraya giriyor yine…
Sonra başka şiirler, şarkılar giriyor devreye; bulutlar güneşi kapıyor, dünya durmuş gibi oluyor, güzelliklerin esamesi okunmuyor…
Ama sonra yine diğeri, yine öteki…
Oyun hiç bitmiyor.
Aslında o oyuncağa binmekten asla vazgeçmiyoruz.
Farkındasınız değil mi? Umutlu bir yazı yazmak niyetiyle başladım işe, arada kapıldığım umutsuzlukla yordum sizi. Sonra yine vazgeçti içimdeki kadın böyle düşünmekten; diğer tarafım ağır bastı, yine ayağa kaldırdım sizi…
Tahterevalli, sağlam bir öğretmenmiş… Benden daha iyi olduğunu garanti ederim. Bu yaşta bile bana bir şeyler öğretmeye, beni üzmeye, sevinçlere boğmaya, sonra yine yere vurmaya, sonra vazgeçip tekrar ayağa kaldırmaya devam ediyor. Beni her zaman olduğu gibi kandırıyor. Bense içimden gizli gizli ve hiç durmadan Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın şiirini okuyorum:
“Söyle sevda içinde türkümüzü,
Aç bembeyaz bir yelken,
Neden herkes güzel olmaz,
Yaşamak bu kadar güzelken?
İnsan; dallarla, bulutlarla bir,
Aynı mavilikten geçmiştir.
İnsan nasıl ölebilir,
Yaşamak bu kadar güzelken?”