Hekimlere ve sağlık çalışanlarına yapılan saldırıların tırmanışı, ‘yetkililerin’ kayıtsızlığı hatta sağlık çalışanlarını hedef göstermesi, hekimlerin göçü ortak gündeme yerleşti. Hiç yeni olmayan, ama ülkenin içinde olduğu sosyal ve ekonomik dönemde özellikle başka anlamlar kazanan bu konuya ilk yazılış tarihi 2011 olan bir yazıyla dokunacağım.
Zorunlu hizmetimin ilk yılını geçirdiğim Oğuzeli kasabasının tek doktoruydum. Tıp fakültesinden yeni çıkmış, pek ciddiye alınacakmış gibi gözükmeyen bir genç olarak başladığım meslek hayatımın ilk yılında, kasabadan uzakta geçirdiğim izin akşamları dışında kesintisiz uyuduğum bir gece olmamıştı. Aynı durum daha sonraki yıllarda, Türkiye’de ve ABD’de asistanlık yıllarının nöbet gecelerinde devam ettiyse de, ilk yılın yoğunluğunu hiçbir yerde tutturamadım! Bu yazıyı okuyan birçok doktor, aralıksız ve uykusuz çalışmayı sürdürmeyi (hele bir gazete köşesinde) belirtmeye değmez bir zahmet olarak yaşamışlardır. Hatta, tıp fakültesinden çıkan bir kimsenin kafasında uykusuz geceler geçirmemiş, vizitte uyuklamadan, otobüsle dönerken durak kaçırmadan eve varmamış bir doktor 'imajı' yoktur, diyebiliriz. Rahmetli amcamın 1930’lar ve 40’lardaki cerrahi uzmanlık eğitimini anlatırken, bazen bir hafta, bazen 15 gün aralıksız, bırakın hastaneyi, ameliyathaneden hiç çıkmadıklarını söylemesi de, nedense, o sırada lise öğrencisi olan beni şaşırtmamıştır. Günümüzde ‘Grey’s Anatomy’ ya da ‘House’ gibi dizilerden doktorların hayatı hakkında fikir sahibi olanlara, doktorların yüksek çalışma temposunu bir tür 'cephe' metaforuyla anlatabiliriz. “Eh, o kadar olacak, Hipokrat yemini…” diye söylenecek birçok kişiye Hipokrat zamanında günümüzdeki anlamda hastanelerin olmadığını hatırlatmak gerekir (muayenehaneler vardı oysa!).
Doktorların kendilerinin pek yadırgamadığı, daha doğrusu yetişme sürecinin doğal ve kaçınılmaz bir parçası olarak gördüğü bu 'yıpranarak olgunlaşma', taşlanmış blucin çağrışımı yapabilir. Ama yıpranmanın doktoru bir tür yıkılmazlıkla aşıladığına inanç, toplumdaki 'doktor hasta olur mu?' basmakalıp düşüncesinin bir yankısı sayılabilir. Bu 'her şeyden anlayan, hiç yorulmayan ve hiç hasta ve kimseye muhtaç olmayan insan' imajını hepimiz çok sevmişizdir. Doktorların yaygın kanının tersine paraya değil, kendilerine ihtiyaç duyulmasına olan düşkünlüğünü önemli bir özellik olarak görebiliriz. Bu düşkünlük, ağır çalışma koşullarına dayanabilmenin güdüleyicilerinden birisi olarak süregelmekte.
Doktorların uykusuz, aralıksız ve yüksek tempoda çalışmasının sonuçlarının, kendileri efsanenin yaşaması için razı olsalar bile, hastalar için problem yaratabileceğini Amerikalı sağlık yöneticileri ilk kez 25 yıl kadar önce fark ettiler. Bu noktada, konunun ABD’deki gelişimini NYT Magazine’de ele alan Dr. Darshak Shangavi’nin yazısındaki bilgilerden yararlanacağım. 1989’da haftalık çalışma saatleri asistanlar için 80 saate indirildi. 2003’te, 24 saat aralıksız çalışan bir doktorun hasta ile doğrudan temas edemeyeceği (ama dosya yazmak, bilgi taramak, tetkikleri incelemek, başka doktorları eğitmek gibi diğer işlere devam edeceği) karara bağlandı. 2004’te NEJM’de yayımlanan bir makale konuyu araştıran Landrigan ve ekibinin bulguları çalışma düzeninin doktor hatalarını nasıl etkileyebileceğini ortaya koydu. Haftada altı gün çalışılıp, ayrıca her üç günde bir 30 saat aralıksız çalışılan 'klasik' düzendekiler, en uzun aralıksız 16 saat çalışılarak haftada altı günü tamamlayan 'insani' düzendekilere göre yüzde 36 oranında fazla hata farkı yapıyorlardı. Haftalık çalışma saatini aşağı ya da insani düzeye çekmek için yeterli kanıt toplanmıştı. Aradan geçen yıllarda, (asistan) doktorların çalışma saatlerinin insanileştirilmesinin hataları nasıl etkilediğini inceleyen araştırmacılar, küçük bir sürprizle karşılaştılar. Hata oranında bir düşüş yoktu. Hastanenin boyutu, şanın şöhreti, coğrafi konumu ne olursa olsun, daha insani bir düzende (haftada toplam 80 saati ve nöbetlerde aralıksız çalışıldığında 30 saati aşmayan çalışma düzeni!) daha az hata yapılmıyordu.
“Eh o zaman, eski kölelik düzenine dönelim”, diyenler çıkmadı değil. Üstelik, kağıt üzerindeki bu kısıtlamalara pek az yerde uyulduğu, hatta kimi yerlerde asistan doktorların kendilerinin istenenden fazla çalışmaya eğilimli oldukları not edildi (Tıp fakültesine giden öğrenciler arasında, ülkemizde olduğu gibi ABD’de de, fazladan çalışmaya meraklılar çoğunluğu oluşturur). Başka sebepler neler olabilir? Örneğin, aralıksız nöbet süreleri 30 saatle sınırlanınca, hasta devir teslimler daha sık yapılmaya başlanmıştı. Fabrikalardaki vardiya değişimlerine benzeteceğimiz bu devir teslimler bilgi akışının ve hasta takibinin kesintiye uğramasına sebep olduğu için genellikle aksaklıklar bu noktada çıkar. Nitekim, Amerikalı asistan doktorların özellikle kıdemli ya da uzmanlar başlarında olmaksızın yaptıkları devir teslimlerde önemli bilgileri eksik aktarabildikleri, hata sayısında esas düşmenin bu devir teslimlerin yapılmasına ilişkin düzenin iyi işlediği yerlerde gerçekleştiği saptandı.
“Başında birisi olmadan” çalışmak doktorluğun en çekici yanlarından gözükse de başımızda birisi olmadan, bağımsızca çalışabilme noktasına gelmek fakülte sonrasında en az 3-4 yıl alır. Dikkatli okurlar bana “Sen Oğuzeli’ndeyken, tek başına sağlık ocağı doktorluğu yaparken başında kim vardı?” derse, cevap, “Hiç kimse, ne yanımda, ne başımda” olur. Aynı cevabı bugün de birçok kişiden alabilirsiniz. Ama en azından hastanelerde çalışan uzman adayı asistan doktorların başında olan öğretim üyesinin bizzat yanında olduğu anların çoğalmasının, bir başka deyişle, 'mesleki denetim'in yerinde yapılmasının hataları azaltacağı söylenebilir. İnsani çalışma sürelerinde çalışan asistan doktorlar ise, daha az hata yapmanın ötesinde, hastalarına tüm yakınlıklarıyla davranabilme gücünü kendilerinde daha fazla bulacaklardır. Her ne kadar doktorluk, bir kendini yıpratarak, 'çile çekerek' gelişme mesleği ise de, bu yıpratmanın öldürücü dozlarda olması ne sağlık yöneticilerinin, ne de hastaların yararına olur.