Bir soru sordum, cevabını yazacağım yazımın sonunda.
Sen cümleler kurdun, ben hayata hep o cümlelerin devamıyla yürüdüm. Ben, büyüdüğümü sanıyordum halbuki beni sen büyüttün. Ben, akıllı geçiniyordum; aklımı nasıl kullanacağımı bana sen öğrettin. Babacığım yaşama veda etti, bana ben buradayım, dedin. Orada da kaldın Bensiyon. Anlattın, örnek verdin, uyardın, teşvik ettin, korudun, öğrettin, izledin, yönlendirdin… Sen; beni yazar yaptın, gazeteci yaptın; aşkla bir araya gelmemi sağladın, nişanımda yüzük taktın; evet derken şahidim oldun, beni gelin ettin, kimseler inanmazken annelik mücadeleme, sen asla tersini düşünmedin, “Bak gör, olacak” dedin. Kızım doğdu, yanımda oldun. Adını koyarken benimleydin. İlk ziyaretini sana yaptı. Sadece sana “dede” dedi. “Ali Dede’m, Mustafa Dede’m kalbimizde ama Bensiyon Dede’m var” diyen bu ufaklık; senin koltuğuna, tekerlekli sandalyene, yatağına tırmanarak sana öpücükler vermeyi hep çok sevdi. Hayat, hep böyle devam edecek zannederek…
Sonra…
Senin odanda olmadığın ilk gece, “Ben dedemi göreceğim”, diye odana yürüyüp seni orada göremediğinde bana dönüp, “Anne, dedem nerede?” diye sorduğunda onun yaşını düşünerek “Dedelerin ve babaannen nerede Nermin?” dedim ona. Cevabı her zaman hazırdı aslında: “Kalbimizde.” Ama beni nasıl büyüttüysen onu da büyütmüşsün ki bu defa bana cevap vermedi, odana da girmedi, salondaki masanın altına girip biraz düşünmeyi seçti. Hâlâ düşünüyor, bana hâlâ bir şey sormuyor.
Ben de düşünüyorum…
Sorsa ne derim ki?
Sorsa ona nasıl, deden artık yok, derim?
Varsın ki...
Nasıl aramızdan ayrıldı, derim?
Ayrılmadın ki…
Yaşama veda etti, derim?
Etmedin ki…
Senin için biz’den uzaklaşmakla ilgili hiçbir şey söyleyemem.
Hepimiz için yaşamın kendisi sensin çünkü…
Eti için; oğulların, gelinlerin, torunların ve biz’im için hayatın anlamı sensin.
Daha kocaman cümleler yazayım mı?
Toplumumuz için, geniş toplum için, hatta dünya için…
Her konuda, herkese, her zaman söyleyecek doğruların vardı çünkü. Bu kişi; ister yardıma muhtaç biri olsun ister olmasın, ister mevkii sahibi isterse kendi alanında en üst düzeyde biri olsun, sen herkese hep doğruları söyledin.
Nasıl yaptın Bensiyon?
Nasıl hep böyle güzel, iyi ve doğru durabildin?
Nasıl bu kadar “iyi” olabildin?
İnsan nasıl bu kadar iyi ama sahiden bu kadar “iyi” olabilir?
Derleyip toplamayı, hayattan fazlalıkları atmayı, önemli olanları bir kenara ayırmayı, en önemli olanları da kalbimin en derininde taşımayı senden öğrendim ben. Annemle babam, başımın tacı, hayatı ilk onlardan öğrendim ben. Ama seni yakından tanıdıktan sonra hayatın ana caddelerini bir kenara bırakıp ara sokaklarını, dar sokaklarını, arka sokaklarını, aydınlık yerlerini, en karanlık dehlizlerini; karşıma çıkan insanların bana neler vereceğini, benden neler götüreceğini; karşımdakine ne diyeceğimi ne demeyeceğimi; kadınları, erkekleri; insanların menfaatleriyle nasıl başa çıkacağımı, bildiklerimi insanlarla nasıl faydalı bir şekilde paylaşacağımı bana hep sen öğrettin. Dersler devam etmeyecek zannetme, hepsini her an tekrar ediyorum. İnsan gibi insan olmanın sırrı, yalnız sende saklı… Biliyorum.
Davetleri hatırlıyor musun? Kitaptan sonra kaç üniversitenin, kaç lisenin davetlisi olduk, Şalom Gazete’miz, Alman Konsolosluğu, Goethe İstanbul, Bahçeşehir Üniversitesinin bizim için organize ettiği imza günü ve geceleri, TÜYAP Kitap Fuarı; ne kadar önemli işlere kapı açtı okulumuz için, toplum için, geniş toplum için? TÜYAP’ta, üniversite öğrencisi iki genç kız gelmişti yanımıza. Biri, “Siz Yahudi misiniz, hayatımda ilk defa bir Yahudi görüyorum” dediğinde adeta kalbim sıkışmıştı. Sen ise her zamanki şahane gülümsemenle ona, “Evet ben Yahudi’yim, ne düşünüyorsun, var mı bir fark aramızda?” dediğinde biraz daha büyüyüp, işte ders dediğin budur, demiştim kendi kendime…
Şimdi bütün bu ayrıntılarımızı tek tek yazmaya kalksam, bu gece biter ve kaç gece daha lazımdır seni yazmak için kaç yaşına gelirim bilmiyorum Bensiyon…
Farkında mısın? Sana yazımın başından beri “sen” diyorum. Nihayet... Ne kadar çok istemiştin sana “sen” dememi! Hatta Cezmi’yle tanıştığında, davetiniz için size ilk gelişimizde kapıda ona, “Bu hanımefendi demiyor ama sen bana adımla hitap edeceksen içeri girebilirsin” demiştin. Yakın arkadaşlarına bile hâlâ adlarıyla hitap ettiğim doğrudur. Ama sana yapamadım. Sen, benim için Bensiyon Bey’din hep. Ne zaman ki hayat, seninle ve zamanınla olan bağını ara ara kesmeye karar verdi; o zaman “sen” demeyi seçtim; beni hep bil, hep fark et diye... Hiç unutma diye… Son güne kadar ne zaman benim sesimi duysan, ne zaman sana bir şeyler söylesem, kitabından bir şeyler okusam, geçmişi anlatsam, Nermin’den bahsetsem; güzel gözlerini açarak cevap verdin bana, bir şeyler söylemek için dudaklarını kıpırdatın, yaşadıklarımızı hatırlattığımda komik anılara güldün, acayip durumları anlattığımda kaşlarını kaldırdın, olmayacak şeyleri söylediğimde elini olmaz diye salladın. Sesimi her duyduğunda gülümsedin sen. Biz’e, hepimize tutundun, hiç bırakmadın.
Minicik bir şey daha yazacağım.
Hatırlıyor musun?
Yağmur yağdığında, çıkmayalım çok yağmur var, derdim; yürü yahu, şeker miyiz eriyelim, derdin. Bensiyon Bey, trafik çok derdim; açılacak, açılacak; derdin. Geçmiyor bu günler, derdim. “Geçecek, geçecek…” derdin.
“Geçecek mi sahiden?”
İnan bana, bu defa “geçmeyecek.”
Ben yaşadıkça sana ait ne varsa hep devam edecek…