Günlük uğraşım içinde okumaya uzun bir süre ayırdığımı söyleyebilirim. Onlarca kitap sürekli elimden geçiyor. Ne yazık ki birçoğunun adını, yazarını ya da konusunu, rafına kaldırdıktan kısa bir süre sonra unutuyorum. Kimileri ise başka kitaplara gömülmüş olmama karşın, kafamın içinde oyalanmayı sürdürüyor. Ya kurgusu, ya konusu, ya kahramanının çarpıcı bir sözü ya da anlatılan bir olayın bende bulduğu karşılığıyla… Belki bir başkasının hiç ilgisini çekmeyen bu tür düşünce kıvılcımları, benim için zaman zaman kendi içimde tartışma, sorgulama olanağı yaratabiliyor. Ayrıca o anda ya da ilerde bunlar bir deneme yazımın konusunu oluşturarak, okurla paylaşma olanağını sağlıyorlar. Ne var ki ilgimi çeken bu notları sıcağı sıcağına bir yere yazmazsam, belleğimden tümüyle uçup gidiyorlar.
Sözü çok uzatmayayım. Konuyu yine yakın zamanda okuduğum bir kitaptan alıntıladığım bir söze getirmek istiyorum:
Saygın Ersin’in, Pir-i Lezzet romanını okurken, kurgusu bir yana, anlattığı yemek tatları ve kokularıyla kendimi bilmediğim bir masal dünyasının içinde bulduğumu söyleyebilirim. Osmanlı saray mutfağına, yemeklere, baharatlara dair öyle ayrıntılar var ki… Yazarın bunu başarıyla işlediğini söyleyebilirim. Kitabın sayfalarını çevirirken, bir roman kahramanının sözü, beni düşünmeye yöneltti:
“İsmini duymayı özlemektir yalnızlık.”
Bugüne değin yalnızlıkla ilgili yazdıklarımı, bunlar içinde adını paylaştığım, sözlerini alıntıladığım yazarları düşündüm. Hepimiz kendi birikimlerimiz doğrultusunda bu duyguyu tanımlamaya, anlamlandırmaya çalışmışız. Öyle ki yalnız olmayı, yalnız bırakılmayı, tek başınalığı, bilinçli olarak seçilen yalnızlığı farklı birer olgu olarak ele almış, bu konudaki düşündüklerimi paylaşmışım. Oysa şimdi yalnızlık, adını duymayı özlemek olarak tanımlandığında, bende farklı bir etki uyandırıyor.
Öncelikle aklıma gelen soru şu oluyor: Adımı en çok ne zaman, kimlerden duyarım? Elbette ki beni tanıyanlardan, sevenlerden, yakın çevremden… İnsanların yoğun olduğu ya da herkesten uzak bir ortamda yaşıyor olabilirim. Yüz yüze gelemesek de, günümüzde sesiyle, görüntüsüyle her an dünyanın bir başka ucuna ulaşma olanağımız var. Belki birbirimize dokunamayabiliriz, ama beni bilen, adımı sevgiyle fısıldayan bir sesin varlığı yalnızlığımı bir anda unutturabilir. Buna karşın bir kentin en kalabalık semtinde bulunabilir, ama o insanlardan biri olsun, bana adımla seslenmiyorsa, yine her an yalnızlığımı duyumsuyor olabilirim.
Bir insan, adını duymayı özlemeye başlamışsa, bana göre yalnız çevresi boşalmakla kalmamış, belki hayatla bağlarını koparmış, üretmeyen, yararsız bir insan konumuna düşmüştür. Belki de Edip Cansever’in söylediği gibidir:
“Ve okuyorum yıllardır bütün yalnızlıkları / Okuyorum da kuş olsun, insan olsun / Yalnızlık sevmesini bilmeyenlerin icadı”
Şair sözüne kulak verdikten sonra, kendi payıma şunu eklemek istiyorum:
Yalnızlık, sevginin olmadığı yerde barınır desem, sanırım yanılmış olmam!