Ben daha çok yazacağım Bensiyon Pinto’yu. Birçoğunuzun bildiği taraflarını, benim kalemimden bir kere daha okuyun diye, çocuklarıma örnek olmaya her zaman devam etsin diye…
Sene kaçtı, sunduğum kaçıncı mezuniyetti, hatırlamıyorum. Hatırladığım, Bensiyon Pinto Türk Yahudi Toplumunun başkanıydı o sene… Her zamanki sıralamamızla, toplum adına konuşmasını yapmak üzere kendisini kürsüye davet etmiştim. Olanca sahiciliği, samimiyeti, doğallığıyla konuştu, çocuklara tecrübelerinden kesitler aktardı. Konuşması bitince, yerine geçmek için oditoryumun merdivenlerine yöneldi. Ben de hem onun söylediklerinin altını çizmek hem de misafirlerin vaktini daha kıymetli hale getirmek için, konuşmasından alıntılarla hayatın gerçeklerine bir iki saniyelik bir bağlantı yaptım kendime göre. Son basamaktan hızlı bir şekilde geri döndü. Merdivenleri çıktı. Şaşırdım bir an… Her halde konuşmasına bir şey eklemek istedi, diye düşündüğümü hatırlıyorum. O zaman şimdiki gibi yaka mikrofonları yok okulda. Buyurun Bensiyon Bey, dedim. Kenara çekilip kürsüdeki mikrofonu ona bıraktım. Yüzünde hınzır bir gülümsemeyle, yahu dedi. Kaç senedir bu hanımefendiyi farklı sebeplerle dinliyorum bu kürsüden. Çok güzel bir hitabı var. Ben derim ki –bana döndü- gelin sizi bir televizyon kanalına alalım. Haber sunun. Hem daha çok para kazanırsınız, sonra salona döndü, bu Yahudiler size fazla para da vermiyordur. Oditoryum, kahkahadan inledi. Çok şaşırmış ve ne diyeceğimi bilememiştim. Kendisi de gülerek sırtıma vurup yerine geçti. O sırada, bunları sizden duymak büyük onur, çok teşekkür ederim ama ben okulumda olmaktan dolayı çok mutluyum, filan gibi bir şeyler söylediğimi hatırlıyorum. O zaman da mezuniyetlerimiz, okulun kapanmasından önceki hafta sonlarından birinde, bir pazar günü sabah onda yapılırdı. On iki gibi bahçede bir kokteyl olur ve öğrenciler, aileleriyle okuldan ayrılır, ertesi gün de okula gelirlerdi. Tabii biz de öyle. Pazartesi günü okula geldim. Arkadaşım Nil, yanıma geldi. Tülay, kayınpederim sevgilerini gönderdi. Dün söylediklerim latife değildi, sor arkadaşına, isterse hakikaten bir televizyon kanalıyla iletişime geçebilirim onun için, dedi. Ne dersin, diye sordu. Ben konuşulanların, hoş bir muhabbetten öteye gitmeyecek, nazik bir iltifat olduğunu düşündüğüm için işte asıl o zaman çok şaşırdım. Çok teşekkür ettiğimi söyle ama dün ne dediysem doğrudur düşüncelerim, ben okulumda olmaktan memnunum, televizyon bana göre değil, dedim.
Aradan seneler geçti. 2003 senesinin yarıyıl tatilinde Nil’le bir program yapıp ikimizin de çok sevdiği Kaplı Çarşı’ya gitmiştik. Nil’in telefonu çaldı. Arayan, Bensiyon Bey’di. İkimizin beraber olduğunu öğrenince bana gelin, ofisimde bir kahve içersiniz, dedi. Benim duygu ve düşüncelerim, bu daveti duyunca karmakarışık olmuştu. Bir yandan en yakın arkadaşımın babasının, diğer yakın arkadaşımın kayınpederinin ofisine bir arkadaş olarak gidecektim; bir yandan da Türk Musevi Cemaati Başkanının ofisinde okulda çalışan bir öğretmen olarak bulunacaktım. Karşısında hangi sıfatla oturmam daha doğru olur, diye düşündüğümü hatırlıyorum. Bensiyon Bey’in o zamanki ofisi Taksim’deydi. Nil’le gittik. Kapıda karşıladı bizi, önümüzden yürüyerek yol gösterdi. Kahvelerimizi söyledi. Tatlı tatlı anlatmaya başladı. Kahveler bitince bana döndü: “Hoca, sen zamanında televizyona çıkmak istemedin. Şimdi sana başka bir soru soracağım. Ben, uzun zamandır yaşadıklarımı yazmak istiyorum ama bunu kiminle yapacağıma bir türlü karar veremiyordum. Dedim ki kendi kendime; hem beni hem bizi bilen, güvenebileceğim, söylediklerimi olduğu gibi anlayacak ve anladıklarını benim anlatacağım gibi anlatacak bir gazeteci bulmam, çok zor. O sırada sen geldin aklıma. Anılarımı sana anlatsam, sen yazar mısın hocam?”
İçimde bir anda birçok duygunun ayağa kalktığını bütün bunlar dün yaşanmış gibi hatırlıyorum: gurur, onur, sevinç, merak, korku, heyecan… “Çok teşekkür ederim, bu önemli işte bana güvenip bunu bana teklif ettiğiniz için ama ben daha önce böyle bir işi hiç yapmadım. Her edebiyatçı gibi tabii bir şeyler yazdım, yazıyorum ama bu söylediğiniz büyük sorumluluk, yapabileceğimi düşünüyorum ama kendime bile vereceğim bir örnek yok.” dedim. “Olsun hoca, bu da ilki olur”, dedi.
Aklıma, yüreğime kocaman bir sorumluluk alıp onu rengârenk bir sevince ve tanımadığım bir tedirginliğe sarıp eve gittim o akşam. İnsan kaç yaşında olursa olsun, böyle büyük köşe başlarında ailesiyle konuşuyor. Babam, sen nasıl olsa yaparsın, diyerek dört kelimeyle sonuca vardı. Annem daha annece bir kaygıyla; “aman kızım, büyük sorumluluk, çok ama çok dikkat et”, diyerek hâlâ küçük olan kızını uyardı.
Biz, bütün bu konuşmalara rağmen çalışmaya hemen başlayamadık biliyor musunuz? Benim okulum, ayrıca özel derslerim, hafta sonu dâhil bütün vaktimi tamamen alıyordu. Yaz tatili başlayınca ikimizin de dinlenmeye ihtiyacı var, yorulduk Tülay, acelemiz yok, sonbaharda başlarız dedi. “Bu benim en büyük hayalim, bu işin tadını çıkaracağım. Acelem yok.”
Sonbaharda başladık. Önce maalesef 15 Kasım patlamalarını yaşadık, günü gününe bir ay sonra ben babamı kaybettim. Bizim, masa başına oturmamız 2004 Mart ayının sonunu buldu.
Hikâye, böyle başladı. Şimdi buraya bir virgül koyacağım. Size yine kitaplardan, hayattan, olan bitenden bahsedeceğim yazılarımda, sonra emin olun, bu hikâyenin devamına geri döneceğim.
“Bu da şimdi benim en büyük hayalim, ben de bu işin tadını çıkaracağım. Acelem yok.”