Yoksulların hayatlarına sahip olamaması, modern anlamdaki sorumlulukları takip etmemeleri bir aklın yetmemesi ya da zekâ problemi midir?
2013’te yazdığım bu blog yazısını arşivden çıkarıp tekrar getirmemin nedeni açık. Yoksullaşmanın giderek yaygınlaştığı ve derinleştiği, hayat pahalılığının yanı sıra eşitsizliğin insanların duygu dünyasını öfke ve güçsüzlük hisleri ile doldurup acımasızlaştırdığı, ahlaki olarak kendilerini ikilemde hissettiren davranışlara sürüklediği bu zaman dilimi özellikle gelişmekte olan çocuklar açısından zihinsel/beyinsel gelişimini nasıl güvenceye alacağız sorusuna öncelik kazandırıyor.
1983 yılında zorunlu hizmet için gittiğim kasabada sağlık ocağı doktoru olarak mesleğe başladığımda yaptığım doğum, otopsi, sünnet gibi sayısız iş arasında koruyucu sağlık amaçlı ev ziyaretlerinin anlamını bir türlü çözemezdim. Ben, sağlık memuru, ebe hemşire, elimizde her hane için çıkarttığımız kartlar, sokak sokak, köy köy gezip, kimin aşısının zamanı gelmiş, kimin gebeliğinin üçüncü ayı tamamlanmış, hangi bebek yürümüş, hangisi konuşmuş, bakar, inceler, ihtiyacı karşılardık. Kentsoylu aklımla, içimden bu insanların neden kendilerinin akıl edip de bu ihtiyaçlarını takip etmediklerini, sorumluluklarını ihmal ettiklerini düşünürdüm. Cehalet, kötü beslenme gibi klasik etkenlerden başkası aklıma gelmezdi, ama yine de pekâlâ kafası işleyen insanların kendi hayatlarındaki önemli ve gerekli şeyleri bu kadar az takip etmelerine akıl erdiremezdim. Yoksulluk ile geçim derdi arasındaki farkı düşünmemiştim. Hatta bazen yoksulların yoksulluğuna da neredeyse inanmayanlara katılacak gibi hissederdim. Ne de olsa fıstık zamanı olunca ceplerine paraları doldurup şehirde harcayabiliyorlardı, demek ki, aşılara, gebelik takibine, bebeklerinin sağlığına önem vermiyorlardı. Yoksul halkın yanıldığını, yanlış düşündüğünü, yanlış davrandığını düşünen ne ilk ne de son ‘halkçı’ydım.
Yoksulların hayatlarına sahip olamaması, modern anlamdaki sorumlulukları takip etmemeleri bir aklın yetmemesi ya da zekâ problemi midir? Geçim derdi içindeki yoksul insanların zekâsını ölçsek, ne buluruz? Yoksulların zekâ ölçümlerinde genellikle daha düşük çıkmasını daha az öğrenim görmüş olmalarına ya da kötü beslenmelerine bağlayanlar bilim dünyasında çok.
Yoksullar sadece testlerde düşük performans göstermiyor; hayatlarına şöyle yukarıdan baktığınızda, gündelik hayatta hatırlamaları gereken şeyleri unutuyor, hayatlarını toparlamakta zorlanıyor, çocuklarına karşı doğru davranışları defalarca öğretseniz de uygulayamıyorlar. Kendi yararlarına olanı göremedikleri, kısa vadeli çıkarlarının peşinde kendilerinden yana olmayanlara destek verdikleri için dudak büktüğümüz yoksulların bu zaaflarını zekâlarının gelişmesini engelleyen şartlara bağlamak gündelik sohbet sınırlarındaki en popüler açıklamalardan. Ancak bu bakışın geçerli olup olmadığı bir yana, getirdiği ‘değişmezlik’, ‘böyle gelmiş böyle gider’lik, ‘adam olmazlık’ ne kadar doğru?
ABD’de siyah Amerikalıların zaten doğuştan ‘zihinsel özürlü’ olduğunu düşünen (ve testlerdeki performansını buna kanıt gösteren) egemen görüş, biraz ‘sol’ bir savrulma ile yoksulların da geri dönüşü olmaz biçimde ortalamanın altına düştüğünü bu saptamaya ekler. Ancak, buradan bir görev çıkartmaktansa, pek yapacak bir şey olmadığını, belki daha çok eğitim almaları gerektiğini, ama alınan eğitimin de pek bir işe yaramadığını söyleyen bir kanaatler dizisi içinde konuyu ‘kaybeder’.
ABD’nin liberal (Amerika’nın orta-sol kanadı, ama dinsel muhafazakârlar açısından komünist gibi ‘bir şey’) düşünürlerinden Cass Sunstein’ın blogundaki bir yazısında aktardığı araştırma yoksullar ve zekâ ilişkisine bakışımızı değiştirebilir.
Araştırmanın birkaç deneysel aşaması var. İlk deneyde önce iki ‘finansal’ problem iki ayrı gruba soruluyor, finansal problemlerin maliyetleri farklı; biri 500 öteki 1500 dolarlık. İkinci aşamada bir zekâ testi uygulanıyor. Yoksul ve zenginler eğer test öncesinde 500 dolarlık (küçük) bir problemi çözdülerse, testlerde fark yok. Ancak kayıp riski daha yüksek olan 1500 dolarlık (büyük) problemi çözen kişi eğer bir yoksul ise, zekâ testindeki skorları çok daha düşük. Üstelik zengin ve yoksulların matematik becerileri arasında da ayrı bir ölçümde görüyoruz ki hiçbir fark yok. Araştırmacıların vardığı sonuç: Daha yüksek finansal kayıp riski almak yoksulların zekâ testi performansını bozuyor. Bu sadece bir deney, belki gerçek hayata uymaz, diyebiliriz. Mullainathan ve Shafir’in Hindistan’da yaptıkları deneyin bir sonraki aşaması kuşkuculara yanıt arıyor.
Ürünlerin toplanmasından önceki dönem çiftçiler için maddi sıkıntıların en yoğun olduğu dönem. Harmandan sonra ise bir süreliğine ferahlama oluyor. Hindistan’da yapılan çalışmada iki ayrı zaman diliminde uygulanan zekâ testlerinde yoksul çiftçilerin harmandan önceki performansları düşük, sonrası ise daha yüksek ölçülüyor. Arada yaklaşık 13 puanlık bir fark var. Aklı geçim derdinde olan çiftçilerin aklı, zekâ testinde ölçüldüğü şekliyle, adeta duruyor. Geçim derdi bir süreliğine olsun kalktığında aynı yoksulların zekâları ‘yükseliyor’.
Yoksulluk koşullarında hayatta kalma mücadelesi verenler, kapasitelerini zihinsel işlevlerine tam yansıtamıyorlar. Bu sadece bir zekâ testi sonuçları ile sınırlı kalmayan bir etki. Hayatın çapraşık ayrıntılarıyla başa çıkmak için gereken zihinsel kıvraklık yoksullukla başa çıkma mücadelesinin talepleriyle sınırlanınca, sorumluluklar, para ve kredi kartı kullanımı, çocukların ve kendilerinin sağlığına göstermeleri gereken özen, hepsi en kötüsünden gerçekleşiyor.
Yoksul kesimlerin kendi hayatlarına dönük sorumluluklarını yerine getirmeleri için yardımcı olunması yoksulluklarını azaltmaktan daha hızlı gerçekleştirilebilecek bir yöntem. Sunstein’ın yazısındaki önerileri kamu kaynaklarından yararlanabilmek için doldurulması gereken formları doldurmak için yardım etmeyi bile içeriyor.
Türkiye’de sosyal sağlık hizmetlerinin öncelikli olduğu dönemde sağlık ocaklarından yaptığımız ev takiplerinde kendilerinin o gaile arasında aşılarını sağlık kontrollerini hatırlayıp gelmesini beklemek yerine tek tek ailelerin ayağına gidip hizmeti veriyorduk. Aklını tam kullanmasını yoksulluğun, geçim sıkıntısının engellediği insanlara bir toplumsal kaynağı sunarken, oturup beklemek yerine kaynağın kullanımını sağlamak için destek olmanın önemini o sırada hissettiysem de bu yazı için kaynakları okurken, ‘ancak tam kavradım’ desem yalan olmaz. Belki de ev ziyareti yaptığımız dönemler fıstık zamanının hemen sonrasına, maddi darlığın kısmen azaldığı döneme denk geldiğinde, geçim baskısı azalmış yoksul köylüler akıllarını hayatlarına daha egemen kılıyorlardı. O gözle bakmayı akıl edememişim.
Bu konuda yazdığım diğer yazıları web sitemde inceleyebilirsiniz.
http://www.yankiyazgan.com/gelir-duzeyi-beyin-yuzeyi/
Yoksulluk, herkesin yaptığını yapamamak, içine hapsolduğu çemberi aşamamak, aşacak yolu arayıp bulamamak, bulacağından umudu kesmek ve birçok durumda net bir güçsüzlük ve eksiklik hissi demek.
http://www.yankiyazgan.com/parayla-saadet-olmaz/
Parayla saadet olur mu? Olmaz. Parasız saadet olur mu? Olmaz.
http://www.yankiyazgan.com/esitsizlik-arttikca-ruh-sagligi-bozuluyor/
Toplumsal gelir eşitsizliği ne kadar artarsa, depresyon riski de o kadar artıyor. Özellikle kadınlar ve toplumun düşük gelirli kısımları depresyondan daha fazla pay almaktalar.
http://www.yankiyazgan.com/okullar-olmadan-olmaz-yoksulluk-esitlik-pandemi-ve-okul/
Okul, zor koşullarda büyüyen ve ev koşullarında gelişimi bir türlü hızlanamayan milyonlarca çocuk için büyük bir gelişim fırsatı sunuyor. Eşitsizliğin derinleşmesini önleyerek bir ‘eşitleyici’ rol oynuyor. Toplum adına.
http://www.yankiyazgan.com/bir-ayrilik-bir-yoksulluk-bir-olum/
Yoksulluk ruhsal durumu zorlayıcı. Dahası toplumsal statüdeki değişiklikler, bilhassa aşağıya doğru sürükleniş kendini toparlamak için gereken umudu yok ederek, özellikle çocukların geleceğe bakışlarını karartıyor.