Göçle kaybolmak… Göç etmek… Nerelerden nerelere? Hangi şartlarda? Hangi umutlarla? Göç etmek... Daha iyi bir hayat için. Daha iyi hayat şartları için… Savaşın tarumar ettiği topraklardan ya da daha iyi bir eğitim için… Bazan da -bazan dediğime bakmayın sıklıkla da- şarıl şarıl aktığını bildiğiniz nehirlerin kurumasıyla, her bahar yeşil yeşil canlanan toprağın geri dönülmez bir şekilde çatlamasıyla, dallarına tırmanıp da meyvesinin lezzetini sürdüğünüz ağaçların meyveye küsmesiyle mecbur kalınan göçler. Bildiğiniz, kokladığınız içinde büyüyüp serpildiğiniz coğrafyalardan bilinmezliklere taşındığınız göçler. Bilmediğiniz insanların arasında… Bilmediğiniz kültürlere…
Kalmanın mı yoksa gitmenin mi daha büyük risk olduğunu bilmeksizin. Yaşamınız için risk alırken belki de ölüm riskini alarak gidişler…
Daha iyi bir hayat için giderken gideceği yerde ne bulacağını ne olacağını bilmeden gidişler… Bildiği her şeyi ölüme bırakıp giderken daha iyi bir oluşu umarak gidişler…
Dönüp bakıyorum kendime, çevreme… Neredeyse her aile yarım... Herkesin bir ya da birçok sevdiği başka başka coğrafyalarda. Mesafeler uzaklaşıyor, saat farkları giriyor araya. Görüntülü telefon konuşmaları belki giderek avatarlar üzerinden buluşmalara dönüşecek. Ama beden bedenden uzaklaştıkça, tüm imkanlara rağmen iletişim zayıflıyor. Kültür aktarımı azalıyor. Geldiği yere yakınlaşırken, istemese de insan, silikleşiyor detaylar minik minik, fark etmeden yabancılaşmaya başlıyor köklerinin toprağına.
Risk… Gitmekte mi risk? Kalmakta mı yoksa? Kaldığın yerde gidenlerin ardından baka kalışlar mı daha zor? Yoksa gittiğin yerde, yersiz yurtsuz kalışlar mı? Kalabalıkların arasında kayboluşlar mı?
İki gündür Antakya’dayım. Konuşuyorum, dostlarla, esnafla… Her şehrin bir yaşamı var, bir karakteri var insanının gündelik yaşamına yansıyan, davranışlarına sinen… Her şehir ayrı bir kültür. Okumakla olmuyor. Şehrin incelikli detaylarını öğrenmek için dikkatle bakmak gerek, incelemek, yaşamak gerek. Zaman gerek, tanımak için de ve bir ihtimal, o da şanslıysanız, tanınmak için. İnsanları ile iyi ilişkiler geliştirmek, hatta belki iyi bir dostun yönlendirmesi gerek. Koklamak gerek incelikli detaylarını şehir kültürünün. Okumakla öğrenilmiyor. Yaşamak gerek. Zaman alıyor şehrin kültürünün içinize sinmesi. Her sokağında, her an hissediyor insan Antakya’da iken. Bir parça gidiş her konuşmada var. Bir parça gidiş her adımınızda var. Gitmişler insanlar, gitmişler gençler. Soruyorsun, Ermeniler “çok azaldık” diyor. Yahudi cemaatinden topu sekiz çift kalmış kala kala. Azaldık. Sadece Yahudiler değil, her grup gidişlerle azalıyor.
“Gençlerin kaderi bu” diyor arkadaşım. “Kızlar gidiyor belki ama erkek çocuklar toprağı işlemek için geri gelmek zorunda kalıyor. Üstelik ilgi alanları bu değilse, başka alanlarda eğitim almışlarsa, isteksizce geliyorlar. Hem tarım konusunda eğitimli değiller hem de zaten toprak nesiller boyu bölüne bölüne artık kazanç da sağlamıyor gençlere.” Bir de gelenler var. Daha doğudan, Suriye’den gelip de buralarda yaşam nefesi aramak zorunda kalanlar onlar. Sokaklar, dükkanlar… Şehrin karakteri değişiyor bu göç hareketleri ile. Siması değişiyor. Yine de lezzetleri ile ihya ediyor bu gezgini.
Risk alıyor gençler, giderken ya da geri gelirken… Yaşam riski… Bir yolu seçerken, gitmeyi ya da kalmayı seçerken, neleri unutacaklarını bilmeden. Neleri öğrenmek zorunda kalacaklarını da bilmeden. Kaldıkları ya da gittikleri yerde var olup olmayacaklarını bilmeden. Doğdukları topraklarda -beğenseler de beğenmeseler de- bir toplumun evladı olarak bir yerleri, bir tanınırlıkları varken, gittikleri yerde kalabalıklarda ‘hiç kimse’ olma riskini alarak gidiyorlar. Ama bu risk belki de geldikleri yerde ‘biri’ olmalarının yolunu açacak. Kim biliyor ki yarın ne sürprizler sunacak her birimize, burada ya da orada?
Ölüm riskini almak diyoruz. Oysa belki de yaşama eyleminin kendisi bir risk alıştı. Her gün, her an… Belki de yaşamda en olağan olan şeydi risk almak. Varoluşun ana eylemiydi de biz anlamamıştık. Belki bilindik yerlerin güvenli limanlarına ve durağanlığa çok fazla sığınmıştık da unutmuştuk yaşamın harekette gerçekleştiğini, yaşamanın bir eylem olduğunu, eylemin de risk almak olduğunu. Belki de insanın özüydü risk almak, gitmek, göçmek her alıştığı düzenden, bilinmezliklerle dolu serüvenlere… Ne dersiniz?