Önceliklerin şaştığı bir dünyada yaşıyoruz. Ne yazık! Öncelik insan olmalıyken… İnsan, hayvan, ağaç olmalıyken… Öncelik mülkiyete verilmiş… Öncelik kömüre verilmiş. Öncelik devletlere verilmiş. Devletleri ayakta tutmak insanı ayakta tutmaktan daha önemli hale gelmiş… İnsan yapımı bir yapıyı güçlü ve ayakta tutmanın insanı ayakta tutmaktan daha değerli olduğu bir dünya!
Savaşı yazmadan gündemi yazmak istiyordum bu hafta. Bir de zeytin ağacını. Kaynaklarıma döndüm, kitaplarıma, yıllar boyunca okuduklarımdan süzdüklerime… Şöyle bir cümle dikkatimi çekti Mucizeler Kursu notlarımın arasında “Kurban ve suçlu; insanın oynadığı en büyük tiyatro.”
Düşündüm... Kurban ve suçlu… İlla bir suçlu mu bulmalıydı insan yaşamını sürdürebilmek adına? İlla bir şeylerin kurbanı mı olmalıydı? Hem kurban varsa, bir de cellat da olmalıydı. Peki kimin kurban, kimin cellat olacağına kim karar verecekti?
Belki de en büyük tiyatro başka bir şey idi. Kurbanın ve suçlunun ötesinde bir şey. Belki de en büyük tiyatro insanın kendisine ve şeylere etiketler vermesi ile başlıyordu. Etiketlerin arkasına sığınan insanın, artık insanı değil, etiketleri koruma çabasıydı belki de en büyük tiyatro? Yanlış olan! Gerek insanın kişisel hayat yolculuğunda gerekse toplumların toplum olma yolculuklarında, kişilerin diğer kişilerle ilişkilerinde olduğu gibi devletlerin de diğer devletler arasında var olabilme yolculuğunda, etiketlere, anlamlara insanın kendisinden, var oluşundan yani özünden daha büyük değer verilmesiydi belki de en büyük tiyatro oyunu.
Victor Frankl ve Bruno Bettleheim. II. Dünya Savaşı kamplarının vahşetini yaşamış ve çalışmalarında o cehennemde dahi hayatta kalmanın ana şartlarından birinin “insanın anlam arayışı” olduğunu vurgulayan iki psikiyatr. Yine aynı korkunç vahşetin bir diğer hayatta kalanı Primo Levi, Auchwitz’den sonra şiirin mümkün olmadığı düşüncesine karşı çıkarak bilakis orada bile şiirin mümkün olduğunu dile getirirken hayata ve varoluşa anlam katmanın öneminden bahsetmiş oluyordu.
Öte yandan hayatta bulduğumuz anlamların ne olduğu da önemli değil miydi? Hayatta kalabilmenin yolu ‘diğeri’ni yani etiketlediklerimiz arasından ‘öteki’ olarak nitelediğimizi ezip üstüne basarak yükselmek mi olmalıydı? ‘Devlet güvencesi’ gibi bir anlam katıp komşuya savaş açmak, yakıp yıkmak mı olmalıydı?
Sanırım insan olduğunu unutmuştu insan. İnsan olmanın ne demek olduğunu unutmuştu. Gözünü bürümüştü hakimiyet. Ölüm hepimiz için kaçınılmaz sonsa bile, yaşamanın öldürmekten geçtiğini düşündüğü an, insanlığını kaybetmişti. Koyduğu etiketlere insanın kendisinden daha büyük önem ve değer atfederek, etiketin insanın taşıdığı bir kıyafet olduğunu ve o etiketin o büyük tiyatroda insanın oynadığı bir rolden başka bir şey olmadığını; asıl olanın insanlar olduğunu, hayvanlar olduğunu, asıl olanın bir zeytin ağacı olduğunu unutup onların üstüne basa basa etiketini güçlendirme arzusunun esiri olmaktaydı. Yaşamın bir yaratıcılık süreci olduğunu unutup bir varoluşsal korkunun esiri olmaktaydı. Kendi yazdığı hikayeye önce kendi inanmış sonra da o kendi yazdığı hikayenin kurbanına dönüşmüştü.
Kumdan kaleleri yıkıldığında anlayacaktı belki hatasını. Ama o zaman da çoktan iş işten geçmiş olacaktı. Büyük, çok büyük bir acı dünyayı, orta yerinden, yeniden yarmış, yaralamış olacaktı.
O yüzden, şimdi, şu anda, tek ses olup çağrıyı hatırlamalı ve hatırlatmalıyız: Barış!
Fark et, düşüncendeki ve kelimelerindeki çarpıklığı. Fark et, mücadelenin gereksizliğini. Ve barış! Mücadele ettiğin her şeyle barış. Kendinle, ağacınla, düşmanınla barış! Hemen! Şimdi!