Son derece talihsiz bir süreç yaşanıyor. Büyük savaşın Avrupa’daki etkisi henüz tam olarak geçmemişken, kıtanın doğusu, bizim hemen kuzeyimiz, yeniden ateş hattında. Rusya lideri Putin’in, Ukrayna’yı tehditleri ile başlayan süreç savaşa, hatta işgale evrilmiş durumda. Beklemediği bir direnişle karşılaşan Rus ordusu Ukrayna’nın içlerine doğru ilerlemeye çalışırken, halk varını yoğunu ortaya koyarak buna kahramanca karşı çıkmaya çalışıyor. Hayatını kaybedenler, yaralananalar, savaşın emrettiği derin travmayı geride bırakmak istercesine yerini yurdunu terk ederek kendilerine sığınabilecekleri emin yer arayışına girenler…
Yüzyılın üçüncü on yılında, bir süredir rafa kalktığı umulan ne varsa onun, aslında hiç kaybolmadığı ortada. Egemen bir ülke, komşusunun saldırısına uğruyor. Kentleri bombalanıyor. Nesiller boyunca biriken her tür zenginlik, cömertçe ve acımasızca sarf edilen cephaneyle yerle bir ediliyor.
Şu bir gerçek ki, soğuk savaşın bitişi ile başlayan dönemin, tek kutuplu dünya düzenini dayatması, olup bitenlerin Washington’un doğrularıyla test edilmesi gibi bir durumla karşı karşıya bıraktı ulusları. Bunun ne kadar sağlıklı olduğu tartışılır elbette. Nitekim, ne ABD omuzlarına çöken bu yükü kaldırabildi, ne de dünya düzenine ortak olma arzusuyla yeni politikalar üreten Rusya ile Çin bu duruma razı olabildi.
Ukrayna’nın geniş yaylaları tarihi boyunca Rusların kontrolü altında kalmış, stratejik olarak batı ile arasında bir tampon bölge olma özelliğini korumuştur. Habsburg Hanedanı ile Romanovların çekişmeleri, Napolyon ve Hitler’in Rus egemenliğine kast eden saldırıları, steplerin derinliğinde erimiş, püskürtülmüştü.
Ukrayna’nın ulus olup olmadığı, bugün gelinen noktada ne kadar önemli? Söz konusu topraklar Ukrayna halkının değil mi? Egemenliği devletler topluluğu tarafından tanınmış bir ülkeye bu çapta bir saldırının ne gibi haklı nedenleri olabilir?
Kimi gözlemci Putin’in, 1932’lerde Stalin’in bu topraklarda gerçekleştirdiği kıyımda yaptığı gibi, kendisine haklı nedenler çıkarttığını ifade ediyor. O yıllarda yaşanan Holodomor’da açlığa ve salgın hastalıklara teslim edilen üç milyondan fazla insan, Moskova’nın zorlayıcı siyasetine kurban gitmişti. O zaman Sovyet sistemindeki kolektif tarım politikalarına karşı çıkan Ukraynalı köylülerin tüm mahsulüne el konur. Felaketin kasıp kavurduğu topraklarından göç etmelerine izin verilmez. Ukraynalıların büyük savaşta kimi zaman Almanlarla hareket etmeleri bundan dolayı olacaktı.
Şimdi de Putin, ulus olmadığını ilan ettiği bir halkın ülkesine, sınırları içinde neo-Nazilerin bulunduğunu söyleyerek, işgal hareketi başlatıyor. Evet! Faşist eğilim tüm toplumlarda olduğu gibi Ukrayna’da da vardır. Kiev’e yakın Babiyar’da kurşuna dizilen, yaşamları toplu mezarlarda biten on binlerce Yahudi’yi öldürenler arasında yerel işbirlikçilerin olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Böylesi bir düşmanlığı bünyesinde barındıranların aniden tarih sahnesinden çıkıp gideceklerini varsaymak naiflikten ileri gitmez. Ne yazıktır ki Hitler’in yüz yıl önce ekmeye başladığı tohumlar, yok edilen milyonlara rağmen hala yerinde.
Gelin görün ki, egemen bir ülkeyi bu nedenlerden dolayı işgal ettiğini savunmak ancak yapılanı haklı göstermek gayretiyle öne sürülebilecek sağlıksız bir gerekçedir. Kötülüğe savaş açmak, o kötünün yöntemlerini kullanarak olmayacaktır. Putin, tıpkı Hitler’in yıllar önce yaptığı gibi, bölgede Rusya’nın kaybettiğini düşündüğü hakimiyeti, planlarını adım adım devreye sokarak, yeniden ele geçirmeyi deniyor. Ve şu ana dek başarılı da oldu. Tıpkı önce Avusturya’yı, sonra Südet bölgesini, sonra da Çekoslovakya’yı ilhak eden Hitler gibi.
Özgürlüğünü kazandığı 1991’den bu yana Rus etki alanından çıkmaya çalışan diğer eski Sovyet ülkeleri gibi Ukrayna da batıya yanaşmaya çalışmakta... Hukukun üstünlüğüne, insan haklarına saygı duyan, toplumun refahını önceleyen demokratik temeller üzerine inşa edilecek bir toplum için, Ukrayna halkı 2019’da gittiği seçimde Başkan Zelenski’yi yüzde 73 gibi büyük bir çoğunlukla yetkilendirmişti. İşin, işgale kadar kamuoyuna çok mal olmamış tarafı ise, Zelenski’nin, Nazi kurşunlarına hedef olan üç Yahudi kardeşin hayatta kalan dördüncüsünün torunu olması…
Putin, Rusya’nın çıkarlarına ters düştüğünü düşündüğü Ukrayna yönetimini kendisine yakın olan bir başkası ile değiştirmek için düşman ilan ettiği ülkenin kentlerini durmaksızın dövüyor. Kendi ülkesinde, savaşa karşı çıkanları ise, tıpkı yok etmek için yola çıktığını iddia ettiği Nazilerin yapacağı gibi, tutukluyor… Basına sansür uyguluyor, sosyal medyayı yasaklıyor. Halkını soyutluyor. Vahşi kapitalist sosla bezenmiş bir faşizm ile Rusya’yı karanlığa gömüyor. Ne Rusya’da ne de Ukrayna’da artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.
Yaşanan bu ezber bozan sürecin neler getireceğini kestirmek kolay değil. NATO’nun doğrudan müdahalesinin çok daha vahim sonuçlar çıkarabileceği aşikâr. Başta Baltık ülkeleri olmak üzere bağımsızlığını kazanmış diğer Sovyet bloku ve eski Varşova Paktı ülkelerinin, Rusya’nın geleneksel hasmı Finlandiya ile İsveç’in de neden tetikte olduğunu anlamak zor değil.
Bu sıkıntılı tabloda bir de Türkiye var. Cumhuriyetin kurucularının oyunun kurallarını belirlerken ne kadar öngörülü davrandıkları, Karadeniz’i kana bulamaya aday bu günlerde iyice anlaşılmıştır diye ummak lazım. “Yurtta Sulh Cihanda Sulh!” ne kıymetli bir miras?