“Siz de insanların giderek daha mutsuz olduklarını düşünmüyor musunuz” diye sordu arkadaşım lapa lapa yağın karın altında Boğaz kıyısının keyfini süre süre yürüyüşümüzü yaparken… Karşı kıyı az önce güneşli bir sabahta yeşil güzelliğini bize sunarken, bir anda yağmakta olan karın etkisinde gözümüzden kaybolmuştu.
Hastalıklar, savaşlar, ekonomik imkansızlıklar…. Dünyanın gidişatına takılı kalıp günlerimizi surat asarak ve mutsuz mu geçirecektik? Yoksa olanı olduğu haliyle görüp yetki ve etki alanlarımızın da bilincinde olarak olanın ve olmayanın içindeki güzelliklere mi odaklanacaktık? Dünya mı sebep, biz mi sonuçtuk? Yoksa yaşadığımız dünyanın yaratıcısı biz olabilir miydik?
Olanın içinde kayıplarımıza odaklanıp depresif ve çözümsüzlükler içinde karalar mı bağlayacaktık? Yoksa enerjimizi yaratıcılığımızı çalıştırmak üzere kullanıp kendimiz için, çevremiz için, yetki ve etki alanımızın genişliğine göre dünya için çözüm önerileri sunabilmek üzere mi kullanacaktık?
Olana etki etme şansı her daim elimizde değil. Yetkimizde de değil, etkimizde de değil. Üstelik istesek de istemesek de bu dünya sürekli bir değişim dönüşüm dünyası. Bu değişim ve dönüşüm her zaman bizim şartlarımızı iyileştirecek şekilde olmuyor, olamıyor maalesef. Gökyüzü de her daim pembe bulutlarla donatılmış değil. Kışı var, -hele bu kış hiç bitmeyen- karı var, önümüzde baharı, yarın kurak yazı var. Değişimi gören, değişime uyum sağlayan, önlemlerini de alıp bu değişime uyumlu hareket edebilen yarının kazananı olacak. Esneklik bu yolculukta en büyük beceri belki de. Öte yandan esnek olabilmek için değişim ve dönüşümleri öngörebilmek ve yolunu öngörülerinin doğrultusunda çizebilmek önemli bir yeti. Kolay mı? Asla değil. Hele ki gelecek, sonsuz bir bilinmezlik mağarası olarak görüldüğünde. Belki de mutluluk ya da mutsuzluk bu gelecek adı verilen bilinmezlikler mağarasını nelerle doldurduğumuza göre şekilleniyordu. Aldığımız her nefeste, içinde nefes aldığımız anın güzelliklerini değil de gelecekte olacak ya da olamayacak güzellikleri öngörmeye çalışmamızla bağlantılıydı.
Şöyle diyordu, Yale Üniversitesi’nde Psikoloji Profesörü Dr. Laurie Santos mutluluk konusundaki podcastlerinden birinde “Beynimiz geleceği öngörmekte çok başarısızdır. İyi olacağına inandığımız bir konuda geleceği normal olarak olabileceğinden çok daha iyi öngörürüz. Aynı şekilde kötü olduğunu düşündüğümüz bir şeyi öngörürken de en kötüsünü öngörürüz. Beynimiz felaket senaryoları yazmakta ustadır.” Demek oluyor ki beynimiz geleceği planlarken olayların akşına dair düşüncelerimizi bir büyüteç altında bize sunuyormuş. Büyütüyor, büyütüyormuş: Olaylara olumsuz bir pencereden bakıyorsak cehennem, olumlu bir pencereden bakıyorsak ise cennet. “Oysa genellikle gerçekleşen ne en iyisi ne en kötüsü olur.”
Mutluluk konusunda okuduğum kitaplarda, hayatın tüm değişkenliğini defalarca deneyimlemiş olmamıza rağmen, beynimizin bize bir başka oyun daha oynadığını ve bize hiçbir şeyin asla değişmeyeceği hissini yaşattığını anlatıyordu. Şartlarımız şimdi kötüyse hep kötü kalacakmış gibi. Şimdi yalnızsak, sonsuza kadar yalnız kalacakmışız gibi... Hepimiz zaman zaman kendimizi Saul Bellow’un “ebedi ve nispeten gülünç bir boşlukta sallanan adam”ı Joseph gibi hissetmiyor muyuz? Günler hep birbirinin aynıymış gibi... Şöyle yazıyordu Joseph günlüğüne “Eğer cuma gününde olduğumuzu zannediyorsam ve perşembe olduğunu öğrenirsem bir gün kazanmaktan pek büyük bir sevinç de duymuyorum artık.”
Oysa fark ediyoruz sonra, bir anda ne çok değişiyor, değişebiliyor hayat. Bir anda, bir karşılaşma, bir sabah bir neşeli günaydın, kimi zaman da üzücü kayıplar, günümüzü de sonrasını da ne çok değiştiriyor.
Karanlığımın da gölgelerimin de farkında olup, orada bir süre demlenmeye hakkım olduğuna inanıyorum. İzin veriyorum kendime. Ama bu arada karanlığımın en derin kuyularında otururken de değişimin içindeki güce inanmayı seçiyorum. Değişimi görmeyi, gözlemlemeyi, hatta etki edebileceğim yerde -kendi hayatıma ya da dolaylı olarak başka hayatlara- değişimi yaratan olmayı. Bu hiç sıkışmadığım, sonsuz boşlukta sallanmadığım, mutsuz olmadığım anlamına gelmiyor. Ancak o anlarda bana çıkış yolumu gösteren bir içsel fenere dönüşüyor seçim hakkım. Fenerin gösterdiği yol bazan açık seçik, bazan engebelerle dolu, ama seçim hakkımın olduğunu bilmek, en zorlu yollarda bile yaratıcılığıma ve çözüm önerilerine alan açıyor.
Ya siz sevgili okurum, bildiğim ya da bilmediğim, belki adını hiç duymadığım, yüzünü hiç görmediğim okurum sizler bugün hangi yolu seçiyorsunuz?