Savaş… Yaşını başını almış, insanlığın yeryüzündeki hikâyesine dair hayli okumalar yapmış birisi olarak naif kaçacak bir soruyu kendi kendime sorup duruyorum: İnsanlar niçin savaşır? Niçin kan döker, ülkeleri tarumar eder, başka insanlara acılar yaşatır, gözyaşı döker ve döktürür? Kendisi ne kadar güçlü olursa olsun ve savaş açtığı ülke ne kadar zayıf olursa olsun, hepimiz biliriz ki savaşta iki taraf da ziyana uğrar. Ne derler: azdan az çoktan çok gider. Öyledir, sıfır maliyetle bir savaş yapamazsınız, farz edelim ki yaptınız, insan değil misiniz, yüreğiniz yok mu, sebep olduğunuz dramlar bir maliyet değil midir? Düşmanlığın, kinin, öfkenin, çatışmanın, çıkar farklılıklarının her türlü husumet duygusunun ötesinde, bize, hepimize yol gösteren bir insanlık durumu söz konusu değil mi?
Tarih kitaplarını açtığınızda çok sayıda savaşın yaşandığını görürüz. İnsan denilen bu garip yaratığın hayatı kavrama biçimi öyle anlaşılıyor ki daha nice savaşı da ‘yaşanacak’ olarak önümüze koyuyor. Her savaş bir barışa ulaşır, derler, barış yapmasını da bilen insanlar niçin barışla tam bir tezat teşkil eden savaşa karar verirler ve bunun bedeline bile isteye katlanırlar? Her türlü gerekçeyi aştığımızda mesele gelip insanın çelişkili doğasına mı dayanıyor?
Gündem Ukrayna-Rusya savaşı. Olup bitenleri izler ve çeşitli yorumcuların farklı açılardan değerlendirmelerini dinlerken aklımda sorular sorular… Televizyon ekranlarını dolduran yıkım görüntüleri, gözyaşları, ‘ölenlerin sayıları’ insanoğlunun hangi tuhaf ve karanlık yanının ‘ürünleri’ olarak ortaya çıkıyor? Düşünün ki aynı insanlık, bir bina yıkılsa elbirliği eder enkaz altından can çıkartır, birisi yaralansa herkes koşturur ve hastaneye yetiştirmeye çalışır, acı çeken birisini görse acısına elinden geldiğince ortak olmaya çalışır… Yine aynı ‘insanlık’ın binaları bombalarla yıkması, o binalardaki insanları yıkıntının molozlarına gömmek istemesi, bırakın yaralı birini hastaneye yetiştirmeyi insanları yaralamaya, öldürmeye kast etmesi, ambülans yerine tank, mermi göndermesi tuhaf değil mi?
İçine doğduğumuz kültür bütün olup bitenleri olağanlaştırır. Savaşlara ilişkin de nice neden, onların niçin kaçınılmaz olduğuna bizi ikna etmek için önümüzde resmi geçit yapar. Tarih kitaplarını düşünün: Öğrencilere her bir savaşın ‘gerekçelerine’ ilişkin madde madde bilgiler sunulur. Evet, bir tarafıyla niçin o savaşın yaşandığını öğreniriz fakat diğer yandan da savaş bu tür izahlarla normalleşmeye, olağanlaşmaya, insanlık durumunun bir parçasına dönüşmeye başlar. Malum, her ideoloji kendini tabiatın dublikasyonu olarak sunar. Savaş da kendine ilişkin teknik açıklamalar, görülen görülmeyen nedensellikler, tarihsel arka planlar, uzman kişilerin biz fani insanlara anlattığı ‘derinlikli’ hikâyeler üzerinden matematik bir kesinliğe kavuşur. Tüm bunların arkasındaki nihai hüküm bellidir: Olmak zorundaydı ve oldu.
Tarihin yorgun sayfaları her bir savaşı kendi bağlamı içinde bir anlama ve yere kavuşturabilir. Fakat insanoğlunun yeryüzündeki toplam varoluşunda kabile döneminden başlayıp modern zamanlara kadar uzanan tarihsel çizginin farklı semboller, anlamlar, kutsamalar, gerekçeler, kıyıcılık, vahşet ve yüceltme halleri ile nice savaşa şahitlik etmesi meselenin tek tek savaşları aşan, insanla, insanlıkla ilgili meşum bir yanı olduğunu bize söylüyor. İyilik ve kötülük, günah ve sevap, merhamet ve zalimlik, alçaklık ve yücelik… Zıt anlamların sayısız varoluşu her zaman ve daima insanda karşılığını buldu, buluyor ve bulacak. Üstelik bunlar kâğıda yazıldığı gibi yukardan aşağıya çekilmiş bir çizginin her iki tarafında saf tutarak hayatımıza katılmaz, aksine zamana, duruma ve şarta göre aynı insan çeşitli tutum, davranış ve kararlarıyla bu kavramlar arasında dolaşır. İnsanoğlu iyidir ve kötüdür, alçaktır ve yücedir, soysuzdur ve asildir.
Genç yaşta ölen antropolog Pierre Clastres, ‘Devlete Karşı Toplum’da, ebedi barışın öldürücü olduğunu, kabilelerin savaş yaparak topluluk ruhunu oluşturduklarını ve dayanışmayı canlandırdıklarını söyler. Gerçi onun incelediği kabilelerin birbiriyle savaşı sporla savaş arası bir yerdedir, ölümüne değildir, önemli olan savaşın dramatik ikliminin oluşturduğu kolektif ruhtur. Keza olağan zamanlarda topluluk üzerinde dikkate değer herhangi bir iktidarı bulunmayan şefin bu durumu ancak savaşla birlikte değişmekte ve topluluğun ortak kaderine ilişkin bu kader anında tüm kabileyi tam bir itaatle buyruğu ve yol göstericiliği altında toplamaktadır. Mesele, şefin böyle bir iktidar durumuna kavuşması (ve bunu başka zamanlarda da entrikacı yollarla talep etmesi) kadar, topluluğun, örneği hayatın başka bir anında yaşanmayacak ölçüde birbiri için var olması, yaşaması, ortaklık iradesi ve ruhunun ayrılmaz bir parçası olarak kendini hissetmesidir. Bu aşkın bir ruh halidir. Fromm, savaş sırasında hayatlarını birbirlerine emanet eden insanların barış zamanı birbirlerine üç kuruş borç para vermekten imtina etmelerini haklı olarak vurgular. Savaş başkadır… Savaşta insanlar arasında kurulan bağların benzeri yoktur. Ölmenin ve öldürmenin bıçak ağzına geldiği anlarda insan adeta, benzeri ancak aşkın bir inancın bağlıları arasında görülenle mukayese edilebileceği bir ruh haliyle kendi sınırlarını yitirmekte daha büyük bir kitlenin, soluk alıp vermeye başlayan devasa bir hayaletin parçası haline gelmektedir. Kişisel hayatlar önemini yitirmekte ‘biz’ denilen elle tutulur nitelikteki canlının hayatı öne çıkmakta, kişisel ölümler ona bir nefes daha kazandırabilecekse seve seve hayatlardan vazgeçilmektedir.
Malum, her şart, kendi insanlık durumunu doğurur. Hemingway, ‘Çanlar Kimin İçin Çalıyor’ romanını, Robert Jordan isimli Amerikalı İspanyolca profesörünün ‘biz’ için kendini feda edişi ve nihai ölümü ile bitirir. Kitaba da adını veren şair John Donne’nın sözleri adeta o ruh halini özetler: “İnsan ada değil ki yetsin kendi başına/Bir çakıl yer kürede Okyanusta bir damla/Bir kum tanesi kopsa kıyısından küçülür Avrupa/Bir burun eksilmiş gibi ana karadan/Bir kişi bile ölse eksilirim ben/Tüm insanlığın parçasıyım dedim ya/Sorma her seferinde çanlar kimin için çalıyor diye/Senin için çalıyor.”
Çan sesleri Ukrayna’dan kulaklarımıza doğru gelirken düşünmeye devam ediyoruz: Esasen insanoğlunun en karanlık yanlarını ideoloji, cinsellik ve şiddette görürüz. Ele avuca sığmaz, sürekli farklı görünüm, gerekçe ve meşrulaştırılmış anlatılarla karşımıza çoğullaşmış bir şekilde çıkan bu karanlık nitelikler insanın çelişkili doğasını da açığa çıkartır. Savaş, temelde bu üç nitelik olmak üzere çok çeşitli insanlık hallerini kucaklar ve onlarla birlikte var olur. Clastres’in anlatımları ya da roman kahramanının tutumu savaş için ancak bir dokunuş olur, anlama çabasında bir damla düzeyinde bize fikir verir. Niçin savaşırız, sorusuna cevap ararken belki daha genel manada şunu söyleyebiliriz: Her toplumsal birlik çekirdeğinde ortaklığı yaşatan, ortak çıkarları gözeten (veya gözettiğini iddia eden), onlar için görev ve sorumluluklar esasında ideoloji üreten, fakat aynı zamanda toplumsal birliğin içindeki eşitsizlikleri yeniden ve yeniden üreten bir iktidar mekanizmasına sahiptir. Savaş bana öyle geliyor ki, tam da bahsettiğimiz bu iktidar mekanizması marifetiyle, ötekilerle olağan şartlarda üretilemeyen, gerçekleşmesi için şiddete dayalı rızaya ihtiyaç duyan çıkarlara ilişkin meşrulaştırma ve ortaklık ruhuna vurgu üzerinden hayat bulur ve birliğin üyelerini savaş için motive eder. Toplumsal birlik tarihsel seyir içinde kabile olur, şehir olur, imparatorluk, krallık, ulus ya da daha genel bir adlandırma altında hayat bulan bir yapı olur. İddia, savaşın bu birliğin çıkarları için olduğudur, gerekçeler dile getirilir, somut maddi unsurlar kadar moral göndermelerle teşekkül eden bir repertuar üzerinden seferberlik sağlanır. Savaş açan kadar savaşa maruz kalan da benzer bir organizasyon esasında direnir, üyelerini savaşa, gerekirse ölmek dâhil her tür zorlu şarta çağırır. Evet, insanlık diye hepimiz için bir ortaklık alanı vardır, ancak bu daha çok değerlere ilişkindir, savaş ise üzerindeki tezyinatı kaldırdığınızda çıplak bir şekilde görülebileceği gibi çıkarlara dairdir ve ne yazık ki çıkarlar bu insanoğlunun hayat hikâyesinde değerlere karşı neredeyse daima galebe çalmaktadır.
Kabaca söyleyecek olursak, yeryüzünde insanlar arasında sınırlar oldukça ve bu sınırların ötesindeki kolektif yapılar kaçınılmaz olarak çıkar ortaklıkları şeklinde örgütlendikçe savaşlar da varlığını sürdürecektir. O yüzden “savaşa hayır” sloganları tarihin asıl dinamikleri yanında insanın insan yanını yankılayan, romantik ve hoş bir parola, bir motto olarak kalmaya devam edecektir.
Elbette mevzuu derin… Saldırgan ile kendini savunan bu teknik açıklamalarda eşitmiş gibi zannedilebilir, değildir, zaten konu üzerine kafa yoranlar işlevsel bir ayrımı önümüze koymuşlardır: Haklı savaşlar haksız savaşlar… Yine de haklı haksız demeye başladığımızda savaşan taraflara ilişkin teşhisi kolay sanmayalım, izafi değerlerden bahsettiğimizi ve bunun da beraberinde yeni güçlükler getirdiğini unutmamak gerekir.
Savaşlara ilişkin burada ucundan kıyısından dile getirilen çözümlemelerin her biri ayrı bir başlık. Söylenecek çok söz var. Ancak çeşitli disiplinler müktesebatları üzerinden savaşı anlaşılır kılmak için ne söylerlerse söylesinler bunların bittiği, anlamını yitirdiği, kalbin ve aklın olup bitenlere itiraz ettiği anlar var. Ukrayna Rusya savaşında cepheye giden babasının miğferine küçük yumruklarıyla vura vura ağlayan henüz iki yaşındaki çocuğun bilincine şahit olmak gibi. (Çocuğun yumruğu elbette babaya değil önüne konulan şarta karşı bir yumruktur ve onun çaresiz zayıflığı her insanda o yumruğa omuz vermek, duygusunu uyandırmaktadır.) Füzelerle harabeye çevrilmiş, alevler, dumanlar içindeki apartmanın enkazından yara bere içinde çıkmaya çalışan kadınlar, yaşlılar gibi. Karanlıkla yankılanan siren seslerinin yaşama dair pırıltılı anıların üstüne karabasan gibi çökmesi, İsrafil’in sur’una benzer bir dehşetle bulundukları yerde biraz daha geri çekilip sırtlarını duvara biraz daha dayamaya çalışan insanlara ulaşması gibi. Ölümün hangi sokaktan, hangi aralıktan, hangi duvarın ardından nasıl bir suretle geleceğinin bilinmediği, bir göz kırpması anında her şeyin olup bitebileceği duygusuyla dakikaların, saatlerin, günlerin akıp gitmesi gibi. Evinden ocağından kopup yollara düşen, kendilerini bekleyen belirsiz geleceğe kırık bir umutla yürüyen, arkalarında sadece tarumar edilen bir ülke değil geçmişlerini, hayat soluklarını, anılarını bırakan mülteci kafileleri gibi.
Bütün savaşlar gibi bu savaşın da karanlıkta kalan yanları belki yıllar sonra açığa çıkacak ve biz aslında gördüğümüzle gerçekte olanın üst üste gelmediğine, uluslararası politikanın derin sularındaki niyetlerin, hesapların, sinsiliklerin, güç ilişkilerinin yavaş yavaş su yüzeyine çıkıp, şaşırtıcı ve karmaşık pozisyonları açığa vurduğuna şahit olacağız. Ancak savaş bitmiş, yaşananlar anılaşmış, küle dumana dönmüş olacak ve bu yeni bilgileri, geçmişe uygulamanın yararsız, geleceğe yansıtmanın ancak sadece bir tahmin olduğu gerçeğiyle ne yapacağını bilmez halde avuçlarımızda tutacağız. Ezilenlerin, zayıfların, kaybedenlerin, ülkeleri bir tarla gibi sürülenlerin, yerlerinden yurtlarından edilenlerin ıstırap dolu uzun, derin anlatılarına böylelikle bir sayfa daha eklenmiş olacak ve insanın karanlık yüzüne dair bahislerin tarihteki yerinin ne kadar büyük olduğu duygusu ve dehşetiyle bir kez daha sarsılacağız. Ve bir kez daha W.Benjamin’in Pasajlardaki tarih meleğine ilişkin sözleri aklımıza gelecek: “Klee’nin Angelus Novus adlı bir resmi vardır. Bir melek betimlenmiştir bu resimde; meleğin görünüşü, sanki bakışlarını dikmiş olduğu bir şeyden uzaklaşmak ister gibidir. Gözleri, ağzı ve kanatları açılmıştır. Tarihin meleği de böyle gözükmelidir. Yüzünü geçmişe çevirmiştir. Bizim bir olaylar zinciri gördüğümüz noktada, o tek bir felaket görür, yıkıntıları birbiri üstüne yığıp, onun ayakları dibine fırlatan bir felaket. Melek, büyük bir olasılıkla orada kalmak, ölüleri diriltmek, parçalanmış olanı yeniden bir araya getirmek ister. Ama cennetten esen bir fırtına kanatlarına dolanmıştır ve bu fırtına öylesine güçlüdür ki, melek artık kanatlarını kapayamaz. Fırtına onu sürekli olarak sırtını dönmüş olduğu geleceğe doğru sürükler; önündeki yıkıntı yığını ise göğe doğru yükselmektedir. Bizim ilerleme diye adlandırdığımız, işte bu fırtınadır.”
Yine de savaş, hayatın egemen dinamikleriyle çarkını çevirirken, insan kardeşlerimizle moral ortaklığın bağlarını duyanlar, bir damla gözyaşına dahi olsa uzanan el, amansız soğuğa karşı üste örtülen bir battaniye, acıları ortaklaştırdığımıza dair yürekten bir cevap olmalıyız ve her şartta savaş durmalı ısrarıyla tutum almaya devam etmeliyiz. Başka türlüsü zaten bize yakışmaz.