Kamuoyunda çok konuşulan Fransa’daki cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk tur sonuçları, AB’nin en büyük ikinci devletinin nerelere evrildiği konusunda hepimize bir litmus test özelliği sunmakta.
2017’de olduğu gibi ikinci tura kalan seçimlerin finalinde yine Emmanuel Macron, Marine Le Pen ile yarışacak.
Beş sene önce yüzde 66 ile rakibini yenen Macron’un bu kez işi o kadar kolay olmayacak…
10 Mayıs 2017’de seçimlerden hemen sonra yazdığım yazıda şöyle bir uz görüyü karalamıştım:
“Tutkulu bir klasik müziği aşığı olarak, piyanosu ve aldığı felsefi eğitimi ile ayrıksı bir siyasetçi profili çizen Macron’un ülkeyi yönetiminde ne kadar başarılı olacağını zaman gösterecek. Lakin çok bildiğimiz gibi, paradigmayı yıkarak yeni nesil bir siyasetçi fotoğrafı gösteren Macron’a çelme takmak isteyen bir hayli fazla siyasetçi olacak. Zira Macron’un olası bir başarısı, statükocu veya yeni moda popülist politikacıların bolca arzı endam ettiği günümüz dünyasında yeni nesil bir siyasetçiyi seri üretime geçirebilecek.
Avrupa Birliği ile arası iyi olmayan Rusya’nın otoriter Başkanı Putin’in, seçimlerde AB’yi sorgulayan hatta Birlik’ten çıkmaktan söz eden Marine Le Pen’i açıkça desteklemesi, öte yandan kendisine Obama’nın tersine açık destek vermeyen popülist Trump’ın mesafeli duruşunun altındaki AB karşıtlığının Macron’un işini zora sokacağı kuşkusuz. Macron’un hem içerde hem dışarda bir hayli fazla ‘düşmanı’ ile mücadele etmek zorunda kalacağı, idealist fikirlerini hayata geçirme konusunda onu aşağıya çekmek isteyenlerin yaratacağı olumsuz iklimin ‘yürüyüş’ündeki en önemli engel olacağı şimdiden belli.”
Macron’un siyaset çizgisindeki ne sağ ne sol olarak beliren, bir anlamda merkezde çok farklı bir yolu deneme içgüdüsü taşıyan politikalarını, başkanlığı döneminde pek uyguladığı söylenemez.
Bir aralar, ‘NATO’nun beyin ölümü gerçekleşti’ gibi radikal ve yeni bir dünya konjonktür hayalini simgeleyen retoriği de Rusya’nın Ukrayna’yı vahşice işgal etmesiyle boşa giderken tam tersine, Batı’nın çoğu ülkesi NATO’nun önemini bir kez daha kavramış oldu. Macron’un tüm aydınlarda, ara ara beliren evrensel barış ütopyası da böylelikle tarihin çöplüğüne gitmiş oldu.
İç siyasette liberalizm ve hümanizmayı temsil ettiği iddia edilen siyasi yaklaşımı da gerçekler karşısında kendisini, tipik bir liberal/ merkez sağ lideri kategorisine soktu.
Kapitalizmin artık dizginlenemeyen tahribatına devam etmesi ve bunun karşısında sosyal adaleti tesis edecek ‘devrimlere’ imza atamaması, sistemde kendini küçülen, sıkıştırılmış bulan ve gün geçtikçe hayatta kalmakta zorlandığını hisseden orta sınıfın Fransa’da yoğun sokak gösterilerine neden olduğunu biliyoruz.
Orta gelir gruplarının; artık bir anlamda büyümesi, çoğalması iyice yavaşlayan ve kimi zamanda yerinde sayan pastadan daha az pay almaları; buna mukabil, üretim ve finans kaynaklarının musluklarını ellerinde tutanların gün geçtikçe pastadan daha fazla almaları Macron’u zor durumda bırakırken, kendisinden beklenen radikal sosyal adalet düzenlemelerini bir türlü hayata geçirememesi ve zorluğu yaşayan daha az eğitimli, uzak ve küçük şehirlerde yaşayan ve de yaşlı kitlelere ulaşamaması Fransa’yı tekrar aşırı sağın muhtemel bir iktidarının yolunu açma sonucuna götürüyor.
Marine Le Pen’in aşırı sağcı partisinin yıllar içinde görülen istikrarlı yükselişi tam da bu genel toplumsal memnuniyetsizlikle ilgili olduğu biliniyor.
Hayatlarından memnun olmayan sol kesimi temsi edenler ise NATO karşıtı popülist lider Jean Luc Mélenchon’a yüzde 20’den fazla oy vermiş olması, aslında sağ ve sol kutupların popülist söylemlerin peşinden gitmekte olduğunu gösteriyor. İkinci turda Mélenchon taraftarlarının oy sandığına gitmemeleri ise sandıktan çıkacak sonucu çok etkileyecek. Bir diğer deyimle, Le Pen başkanlığı kazanırsa büyük ölçüde sol popülistlerin düzeni savunduğu iddia edilen Macron’a oy vermemeleri sonucu olacak.
İlk turda 18-24 yaş kuşağının sandığa gitmeme oranı yüzde 43 çıktı. Bu da gençliğin yarısına yakınının sistemden umudunu yitirdiği anlamına geliyor.
Bu sistemde kazanan iyi eğitimli, şehirli ve aileden zengin kitleler olurken vahşi kapitalizmin yarattığı ekonomik ve sosyal depremler, sabit gelirliyi rasyonel düşünmekten koparıp sağda veya solda umut gördükleri popülist ve kimi yerde ayırımcı ve ırkçı liderlere kaydırıyor.
Fransa bu anlamda gelişmiş ülkelerin yakın ve de uzak gelecekteki varoluşlarının dönüşeceği niteliği bağlamında bir laboratuvar özelliği taşıyor.
Geleceklerinden umutları azalmış ve ‘iyi’ yaşamayı bırakın, yaşamak için maddi anlamda gittikçe zorlanan kesimlere ilaç bulunmazsa Avrupa’yı, memnuniyetsiz ve kaybedeceği artık hiçbir şey olmayan kitlelerin seçtiği radikal liderler yönetecek.
Diğer bir deyişle, kendini bile yok etmekte olan kapitalizm, her tarafı yerle bir edecek deprem yaratmadan dizginlenemezse bizi karanlıklar bekleyecek.