Türkiye´nin enflasyonlu yıllarına kısa bir bakış
Coğrafya kaderdir, derler. Enflasyon da kader midir? Son beş ayda yaşanan fiyat artışları o denli hızlı oldu ki, otomobil farına yakalanan geyik misali donakalıyor insanlar. Referans noktası kalmadı. Tek referans dünkü, geçen ayki veya geçen senenin fiyat düzeyi. İlan edilen enflasyonla enerji ve temel tüketim mallarındaki artış oranları çok farklı. DİSK’in 22 Şubat 2022 tarihli basın duyurusundaki bilgiye göre, bu seneki asgari ücret ile geçen senekine nazaran yüzde 37 daha az margarin, yüzde 26 daha az tavuk ve yüzde 36 daha az patates alınabiliyor.
Yıllardır açıklanan ekonomik programlarda hedeflenen enflasyon oranının yüzde 5 olduğunu dinleriz. Oysa, şöyle bir geriye dönüp baktığımızda, 1965 - 2021 yılları arasındaki 56 senede tüketici enflasyonunun sadece bir sene yıllık yüzde 5’ten daha düşük gerçekleştiğini görmekteyiz. O da 1968. Son 56 yılın 16 yılında enflasyon yüzde 5 ila 10 arasında; 37 yılında yüzde 10’dan yüksek, iki yılında ise yüzde 100’den yüksek gerçekleşmiş.
Türkiye’nin enflasyonla tanışması 1950’de iktidardaki CHP’nin yerine geçen Demokrat Parti hükümetinin devletçi ekonomi yaklaşımından liberal ekonomi modeline geçmesi ile başlıyor. 1950 öncesinde de enflasyonlu yıllar var ama o zamanki şartlar çok değişik.
Demokrat Parti işe geldiğinde dış konjonktürün de yardımı ile dövizle borçlanıp yatırımlar yapılıyor ve ilk dört sene ihracat ve büyümede olumlu sonuçlar elde ediliyor. Ancak, kısa sürede verilen döviz açığından dolayı büyümenin sürdürülemez olduğu belli oluyor ve ekonomi krize giriyor. 1954’e kadar tek haneli seyreden enflasyon 1960 darbesine kadar çift haneli oluyor ve artarak yükselme eğilimine giriyor. Türkiye’nin liberal ekonomi düzenine geçişi ile başlayan devalüasyon-enflasyon sarmalının hikayesi işte bu dönemde başlıyor.
Cari açık krizleri devalüasyonu, devalüasyonlar ise yüksek enflasyonu tetikliyor. Enflasyon yükseldikçe de döviz talebini kısmak için ithalatı zorlaştırıcı önlemler alınıyor ve ithalat yerine yerli üretim modeli benimseniyor. Bu arada, Özal’ın daha sonra “kara delikler” olarak adlandırdığı Kamu İktisadi Teşekkülleri (KİTler) kuruluyor ve üretim açığı devlet tarafından kapatılmaya çalışıyor. Bu sefer de verimsizlik mayalanıyor.
1979’da Demirel’in meşhur “70 cent’e muhtacız” sözü, Türkiye’nin 1960’lı ve 70’li yıllarda uyguladığı ithal ikamesi modelinin sonunun geldiğini tarif ediyor. Nitekim, 1980 yılında enflasyon ilk kez üç haneli bir sayıya ulaşıyor.
12 Eylül darbesi ardından siyaset sahnesine giren Özal (eski bir Dünya Bankası çalışanı olarak) kronik döviz açığı sorununa tipik IMF gözlüğüyle bakıyor ve özelleştirme, serbestleştirme, dışa açılma ve Türk Lirası’na enflasyondan yüksek faiz vermek suretiyle döviz çarklarının yeniden dönmesini sağlıyor. Ancak, Özal’ın 1989’da ölümünden sonra 2000 senesine kadar geçen 11 senede siyasi istikrar sağlanamadığından enflasyon yüzde 60’lar ve 70’ler seviyesinden aşağı inmiyor. Hatta, 1993 senesinde vadesi dolan hazine bonolarının yerine borçlanmayarak piyasayı likiditeye boğan 50. hükümet (Çiller) enflasyonun yüzde 125’e çıkmasını önleyemiyor.
2001 yılında Anayasa Krizi olarak da bilinen olayla siyaset hayatında yepyeni bir dönem başlıyor. Bu defa, yine Dünya Bankası kökenli Kemal Derviş, IMF’nin çek defteri ve Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı ile göreve geliyor ve kırılan sistemi yeniden işler hale getiriyor. 2002 seçimleriyle göreve gelen AKP hükümeti Kemal Derviş’in programını aynen ve başarılı bir şekilde uyguluyor ve IMF’ye olan borçların tümünü kapatabildiği gibi, uzun yıllar Merkez Bankası’nın rezervlerini de arttırabilme başarısını gösteriyor.
Hatırlanacağı üzere, 2001 yılında İkiz Kuleler saldırısı ile dış politikasını yeniden şekillendiren ABD Türkiye’yi model ülke olarak benimsemiş ve AB’ye girişini hızlandırmak için ilgililere baskı uygulamıştı. Kısa sürede birçok bileşenden oluşan güzel bir yatırım hikayesi doğmuştu: Türk lirasına verilen yüksek reel faiz, rezervlerin artması, AB vizyonu, demokratikleşme ve liberalleşme kararlılığı ile giderek kentleşen büyük bir tüketici nüfusunun yarattığı cazibe yatırımcıları Türkiye’ye cezbetmekte idi. Tabiri caiz ise, o dönemde “gez-göz-arpacık” misali her şey denk geldi ve Türkiye’ye olağanüstü bir sermaye girişi gerçekleşti. Bunu Merkez Bankası’nın yayınladığı uluslararası yatırım pozisyonundan da görebiliyoruz. Türkiye’nin diğer ülkeler ile döviz cinsinden net borç/alacak ilişkisini özetleyen uluslararası yatırım pozisyonu, 2002’deki 83 milyar dolardan 2013’ün ilk çeyreğinde 442 milyar dolara yükseldi. Yani, 11 sene gibi kısa bir sürede net 360 milyar dolara yakın dış kaynak girişi oldu. Döviz girişinin yüksek, kamu maliyesinin disiplinli olduğu bir dönem olarak tanımlayabileceğimiz 2005-2017 yılları arasındaki 12 senenin 10 senesinde enflasyon yüzde 10’dan düşük seyretti. Türkiye’nin son 56 yıllık enflasyon tarihinde bu dönem belki de en umut veren dönemlerden biri olmuş idi.
Ne yazık ki, 2018’den itibaren gerçekleşen devalüasyonlarla, enflasyon yeniden çift haneli seviyelere kalıcı bir şekilde yükselmiş oldu. Bugün gelinen noktada, 1954’ten bu yana görev yapan 46 hükümetten hiçbirinin enflasyonu kalıcı bir şekilde yüzde 5’in altına indirmeyi başaramadığını gözlemlemekteyiz.
Gelişmiş ekonomilerde son 20 senedir devam eden düşük faiz düşük enflasyon döneminin sona ermesi, pandemi ve savaş gibi olumsuzluklar karşısında artık yüksek enflasyonla yaşamanın bir tür alın yazısı olduğu hissinden kurtulmak kolay olmayacak.