Çok karlı, çok sıkıcı ve çok karanlık bir kışın ardından gelen, belki de en güzel gündü geçtiğimiz pazar…
Cezmi ve Nermin’le, çok sevdiğimiz dostlarımızla yemek yemek için Göktürk’te bir balıkçıda buluştuk. Balıkçının adı: “Balıkçı”. Bana göre bir balıkçı için nefis bir isim... Ortam, servis, sunum; hepsi çok güzeldi ama asıl güzel olan; uzun zaman sonra dışarda bir yerde, sevdiklerimizle yemek yemekti.
Güneşin en güzel saatinde, aydınlığını gönüllü bir biçimde akşama bıraktığı zamanda; yakın olmanın, dost olmanın, birilerini çok sevmenin ne kadar önemli bir değer olduğunu düşünüyordum. Ben böyle derinleşmişken kalabalık bir grup, balıkçının kapısından girdi. Arka masaya oturdular. Grupta üç tane de çocuk vardı ki benim ufaklığın, hemen dikkatini çekmişti. Göz ucuyla arkama baktım. Genç çiftler vardı masada, bizden daha küçüktü yaşları. Beylerden biri tanıdıktı, acaba mezun bir öğrencim mi, diye düşünürken eşini gördüm. Aynı anda o da beni gördü ve “Hocaammm!” diyerek yanımıza geldi. Sımsıkı sarıldık birbirimize. Araya girmiş senelerde neler olduğunu, yakın gelecekte neler olabileceğini art arda konuştuk, bir solukta. İkimize de çok iyi gelmişti birbirimizi görmek…
Hele bana… Emin olun, bana yaşattığı mutluluğu asla bilemez.
Nermin, gözüne kestirdiği çocuklarla arkadaş olma niyetiyle sakince masadan kalktı, onların masasına yaklaştı. Çocuk olmanın, masum olmanın, sahici olmanın dayanılmaz güzelliğiyle yabancı olanı çok kısa sürede kendisine yakın yaptı. Benim küçüklüğüm, dedim kendi kendime… Çok kısa sürede, kapalı mekanda akan suyun içindeki balıklarla dost olmayı, masaların etrafında yaramazlık yapmadan koşturmayı, babalardan birine dondurma ısmarlatmayı bilmişlerdi.
Ben, öğrencime bakıyordum. Onu alıp sol tarafı pencere, sağ tarafı duvar olan aydınlık bir sınıfın en arka sırasına çoktan oturtmuştum. Sarı gömleğini; lacivert, pilili eteğini giydirmiş, uzun ve dalgalı saçlarını enseye yakın bir yerden toplamış, en hararetli tartışmaların içine çoktan sokmuştum bile! Zaman çok hızlı geçiyor, diye dilimize doladığımız o cümlenin mefhumunu nasıl yitirdiğini, belki de hiç bu kadar somut yaşamamıştım o an’a kadar. Öğretmeni olarak yaptığı haklı savunmaları, doğru yorumları, terbiyeli ama kararlı tavrını hatırlıyordum.
Ortaokuldayken konuşmaya çekinen, soru sorulduğunda yanakları kızaran; sonra yavaş yavaş kozasından çıkan ipek böceği gibi, sahip olduğu değerin farkına vararak konuşmayı seçen, doğru ve haklı düşünce ve tavırlarıyla her zaman örnek bir öğrenci olan, kendi yolunu doğru bir biçimde çizmeyi başaran bu tatlı hanımefendi, benim öğrencimdi!
Birçok arkadaşı gibi…
Ne çok çocuk, ne çok genç ve ne çok yetişkin biriktirmiştim hayatımda! Utangaç kız çocuğundan, yüzü pırıl pırıl aydınlanmış bir şekilde en şiddetli tartışmalardan başarıyla çıkan genç kıza gelirken yaptığı yolculuğa tanık olmuştum. İlgili, farkında, dikkatli bir eş ve anne olmuştu. Bunları yaşarken de neler düşünebileceğini, kararlarını hangi yönüne dayanarak alabileceğini, seçimlerini duygu ve düşünceleriyle harmanlayarak nasıl verebileceğini neredeyse biliyordum. Halbuki onu senelerdir görmüyordum.
Zamansızlık, buydu işte! Bir insanı, bir yeri, bir an'ı çok iyi bilmek… O bilme hali hiç geçmediği için, insan zamanın neresine denk gelirse gelsin aynı yerde kalıyordu. Bütün bu bilmelerin, anlamaların, farkına varmaların güzelliğinin yanında en az onun kadar güzel olan, bu şahane günde, çocuklarımızın yan yana oluşuydu. Benim küçük kızım, benim küçük kızımın kızıyla oyun oynuyordu.
Babasının bir zamanlar: “Önceden konuşsun diye para verecektim, şimdi sussun diye vereceğim, iyi ki öğretmeni siz olmuşsunuz, diyerek beni mutlu ettiği bu kız, kızımın arkadaşının annesi olmuştu.
Tanrı; kimlikleri, adresleri, ilişkileri, tesadüfleri ne kadar güzel getiriyordu yan yana! Ne kadar güzel bir mucizeydi yaşamak! Ne kadar doğru bir işin ortasında durmuşum otuz senedir!
Çok teşekkür ederim Fani!
Yaşadığım çok güzel bir pazar gününü, içine girerek daha da güzel bir gün haline getirdiğin ve bana bu güzel anıyı armağan ettiğin için…