İdeolojinizi, yaratmak istediğiniz yönetim biçiminin ruhunu yansıtmanızın en iyi yollarından biri de sanat ve sanatçıdır. Türkiye’nin unutulmaz sesleri, unutulmaz şarkıcıları, sanatçıları vardır. Bunlardan benim ilk beşime girenlerden biri de Cem Karaca’dır. Önüme düştü; 15 Nisan 1983’te İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı, vatandaşlıktan çıkarılan Yılmaz Güney ve Cem Karaca'ya ait her türlü eserin basım, yayım, dağıtım ve bulundurulmasını yasakladı diye bir eski haber kupürü. “Yasakladı da ne oldu” dedim kendi kendime gülümseyerek. Halkın sevdiğini, yücelttiğini, sesine ses olduğunu düşündüğünü istediğiniz kadar yasaklayın aksine onun şöhretini daha da perçinlersiniz. Kalplere, zihinlere sinmiş o sesleri, müziği susturamıyorsunuz. O kadar çok örneğim var ki sabaha kadar saysam bitmez. Biriciğimiz Selda Bağcan’ı, biriciğimiz Neşet Ertaş’ı, biriciğimiz Cem Karaca’yı ne oldu da memleketinden uzaklaştırdı kader ya da o dönemin hükümetleri haydi şöyle bir hatırlayalım. Cem Karaca gibi bir büyük sanatçıyı anarak 70’li 80’li yılları hatırlayalım.
Cem Karaca, sanatçı bir aileden geliyordu ve sanatla iç içe büyüdü. İlk zamanlar arkadaşlarıyla küçük konserler veren Karaca, 1963'te Dinamikler isimli grubu kurdu ve bu dönem Elvis Presley gibi ünlü rock and roll sanatçılarından etkilendi. Sonraları birkaç grup daha kuran Cem Karaca, Anadolu kültürü ile tanıştı özellikle Aşık Mahzuni Şerif'ten çok etkilendi. 1967 sonrasında sırasıyla Apaşlar, Kardaşlar, Moğollar ve Devrişan grupları ile müzik hayatına devam etti. Anadolu Rock türünün kurucularından biri oldu. ‘Anadoluluk’, aslında Robert Kolej mezunu, Türk tiyatrosunun dev aktristlerinden Toto Karaca ve Mehmet Karaca gibi İstanbullu bir aileden gelen Cem Karaca için ne kadar ilginç değil mi? Ama iyi bir eğitim böyle bir şey işte, hem kendi farkındalığını hem içinde yaşadığın ülkenin, dünyanın, düzenin de farkındalığını artırıyor. Öyle kolay olmaz tabi Cem Karaca olmak, ülkesinin, Anadolu toprağında çaresizce yaşamaya, ayakta durmaya çalışan insanlarını, yalnızlıklarını, yetmezmiş gibi köylerden kentlere 1960’lardan itibaren göç edenlerin de acılarına ses olmak, soluk olmak, yürek olmak… 70'li yıllar dünyada da etkisini derinden hissettiren II. Dünya Savaşı sonrası 68 kuşağının doğuşuyla özgürlüklerin doyasıya yaşandığı, insanlığın kendini sorguladığı Soğuk Savaş dönemi yeni psikolojik ve felsefi, müzikal dönemler yaşattı insanlığa. Bu akımların Türkiye’ye düşen izdüşümü de yerel değerlerden beslenen Anadolu Rock akımı oldu. Anadolu’nun insanları 1955’te Avrupa ülkelerine ve Türkiye’nin büyük kentlerine dönemin hükümetlerinin kararlarıyla akıtılmaya başlandığında bugünleri göremeyen dönemin Türk siyasetçileri Anadolu kentlerini, kırsalını, tarlalarını, bağlarını, bostanlarını boşalttılar. Bugün ıpıssız kalan Anadolu toprakları, bu kadim toprakların lirik ezgileri, kadim müzik kültürünü günümüz kuşaklarına hatırlatan da rahmetli dev ses, dev yürek Cem Karaca’dır. Çevrenizde var mı bugün Anadolu’da yaşamayı isteyen bir Türk genci? Hiç sanmıyorum ama gittiğiniz bir müzikholde Cem Karaca’nın Anadolu Rock adını vererek birçok sanatçıyla birlikte yarattığı müzik türündeki şarkılarını kendinden geçercesine çılgınca alkışlayan, ezbere bilen binlerce üçüncü kuşak şehir genci görüyorsunuz. Neden acaba bu kadar çok türkü barı var ya da neden hala Cem Karaca ve onun müthiş tınılarını dinlemekten bugünün kuşakları bu kadar çok zevk alıyor? Acaba bütün bu kentsoylu genç insanlara kadim köklerinin tınılarını, deyişlerini mi hatırlatıyor Cem Karaca, Selda Bağcan, Neşet Ertaş, Barış Manço, Erkin Koray, Fikret Kızılok… 2000’lerin başında Mustafa Sandal’ın canım okulum Boğaziçi Üniversitesi’nin bahçesinde çektiği klipiyle “Onun arabası var güzel mi güzel/ Şoförü de var özel mi özel” boyutuna nasıl geldik? Nasıl oldu da Cem Karaca gibi 1980 Askeri Darbesi’nden sonra Almanya’ya giderek ömrünün herhalde en uzun sekiz yılını Almanya’da Türk kimliğini büyük bir iştiyakla savunan gibi vatanseverlerden, hoptirinaynom zımbaynom diye şarkılar yapan, ideolojisiz, bilinç fakiri şarkıcılar boyutuna nasıl geldik biliyorum ama kafam bu işlere çok da bozuluyor. 1983’te vatandaşlıktan çıkarıldığında şunları söyler Cem Karaca: "Ben burada bir örgüt kurmuşum ve buradan 12 Eylül düzenini yıkmayı amaçlıyormuşum. Buna dayanarak bana yurda dön çağrısı yapıldı… Ben hatta güldüm, espri falan zannettim. Nitekim Selda, Türkiye’deydi. Evinden kalkıp gidip teslim oldu. Ben buradayım dedi ve gözaltına alındı. 45 gün mü 90 gün mü bilmiyorum. Ondan sonra mahkemeye çıktı… Türkiye’deki konseye yazdım. Ama yazdığım iadeli taahhütlü mektupların hiçbirisine cevap gelmedi. Ve en son 1983’ün ocak ayında beni vatandaşlıktan çıkardılar. O günden bugüne vatansız statüsündeyim. Almanya’da bu korkunç adli hatanın düzeltilmesi umuduyla yaşıyorum."
1950’li yıllardan itibaren ABD tarafından verilen Marshall Yardımlarıyla anti-komünist bloğa dahil olan Türkiye’de, sol görüşlere, bu görüşlerin dile getirilmesine, şarkılara, şiirlere dökülmesine, bu görüşlerin sanat eserleri ve sanatçılar yoluyla halka sunulmasına da katiyen izin verilmediği bir ülkeydi. Cem Karaca da döneminin önde gelen sanatçılarından biri olarak şarkılarında bu görüşlerini hissettirdiği için çekmediği çile kalmadı. Onun acıları, yoksunlukları, başına gelenler bizlere muhteşem şarkılar olarak dönse de Cem Karaca ve yürekli insanlarını asla unutmadı, unutmayacak da… Arasıra bazı bazı benim de kendimi işte aynen böyle hissediyorum dediğim müthiş Nazım Hikmet şiirinde Cem Karaca o derin hançeresinden 1984’te şöyle sesleniyor bize:
“Çok yorgunum…
Beni Bekleme Kaptan / Seyir defterini başkası yazsın / Çınarlı, kubbeli, mavi bir liman
Beni o limana çıkaramazsın…”