Dünya durdukça hatırlanması gereken insanlar var. Onlardan biri Rosa Lüxemburg, “Ya barbarlık ya sosyalizm” demişti, dünya barbarlığı tercih etti. I. Dünya Savaşı çıkmasın diye uğruna çok mücadele etti. Sonunda öldürüp nehre attılar. Berlin’deki mezarı boş.
Devrimci kadınlara mahsus çapkınlık hali onda da vardı. Aslında özgürlüğün kendi iradelerinde olduğunu biliyorlardı. Bacı, yoldaş fasa fisoydu. Palavraydı.
Savaşa karşıydı. O sırada ne yazık ki Alman solcular savaşı destekliyordu. Karl Liebknecht
Alman Parlamentosunun en genç vekiliydi. Savaşa, bütçeye hayır diyen tek tük cesur seslerdendi. Yetmezmiş gibi adamı bir de zorunlu olarak cepheye gönderdiler. Rosa’yı da hapse attılar. Yaşamdan kopmamaya çalıştı.
Fakat solun sadece sağ ile kavga ettiği o günler, bugüne şöyle el sallıyordu, “sadece sağ ile kavga etme, halka retorik üret” direk demiyordu ama bugünden bakanlar için tablo böyle görünüyor…
En büyük kötülüğü, “Sırf umut ve gelecek vaat etti diye halkı, kötünün peşinden gitmeyi durduramamak!” olarak açıklamıştı Thomas Mann. Sözü, her döneme koyduğunda yadırganmıyor hatta yerine çok yakışıyor.
İdeallerinden ve doğrularından yan çizmeyenler tarihe geçiyor, yol açıyor. Arkasından gelenlere bu mümkün diyebiliyor. Meseleye sosyalizm ya da komünizmin yanından bakmıyorum. Bir insanın arzusunun, duruşunun dünyayı değiştiremese de yarattığı etkinin görmezden gelinemeyeceğini söylüyorum.
Bizim ülkemizde ise bugün, fark yaratmaya çalışanlar ya hapiste ya da yok sayılıyor. Bu dönemin en büyük tavrı, sesi olanları yaşayan ölülere dönüştürmek. Aklı zombileştirmek ve akıllıyı toplum eğrisinin en altına süpürmek, mümkünse görünmez kılmak. O yüzden çoğu zaman çok yorucu hale geliyor, mantıkla yapılmayan işleri mantıkla izah etmeye kalkmak.
Uçulmayan havaalanı yapmak, geçilmeyen köprünün parasını ödemek, her şeyi (metrosu, çevre otelleri vs) olan havaalanını ısrarla yıkmak, dini gerekçelerle faiz indirip kkm hesaplarıyla faiz dağıtmak, insanlar domates fiyatlarına isyan ederken bakanlara yeni küçük yazlık saraycıklar yapmak, dolar düşsün diye elde avuçta ne varsa buharlaştırmak ve saymakla bitiremeyeceğim neresinden tutarsanız elinizde kalan bir aklın ortaçağı yaşanıyor Türkiye’de….
Ne yazık ki bilincinde olduğum durum her seferinde çok acıklı gelse de gerçek.
Rönesans, ortaçağı bitirmedi, dekore etti. Estetize etti!
Yaşadığımızı başka türlü açıklayamam. Böyle bir zihin şeklini de bilim ve felsefeyle izah etmek ağrıma gider. Ama tarihle açıklayabilirim. En azından bazı şeyleri.
İnançlarımızla, dayatmalarımızla mesela zorla iptal edilen festivaller gibi hala ortaçağ düşünce sisteminin devamı gibiyiz. Yani biraz gazı kaçmış versiyonu gibi desem daha doğru. Çünkü evet kimse kazıklara oturtulmuyor ama linç kültürü, zihinsel kazıkları her yanımıza batırıyor, saplıyor. Fiziken, nispeten daha güvende olup, aklen ve ruhen hiç bu kadar şiddete maruz kaldığımız başka çağlar olmamıştır. Üstelik bilgi adı altında, uyum, politik doğruculuk, hatta rövanşizm itkisiyle yapılan bu şiddet, insanı en kutsal hakkı olan yaşamdan ilmik ilmik koparıyor en hafif haliyle soğutuyor. Hem de sinsice ve de fark ettirmeden.
En eskilere gidelim. Mesela şu an Türkiye’deki bir sürü yol, eski Roma yolları. Hamamları yapan da, çöpleri toplayan da devletti, Roma yıkılınca çöpleri kim topladı? Yolları köprüleri kim yaptı? Kimse! (O dönem için)
Dünya nerdeyse bin yıl durdu! Roma’ya dair ne varsa kullanıldı. Topkapı Sarayımızı da Doğu Roma’nın sarayı üzerine kurduk. Dolayısıyla hiçbir şeyin olmadığı, insani iletişimin kurulamadığı bir çağa dönüştü Roma sonrası.
Ve bu boşlukta, dini pompalamak ve korkuyu yüceltmek en iyi fikirdi. Çünkü bundan öncesi yüzlerce yıl işleyen bir sistem, kurulu bir düzen vardı. O dönemin bilinen tüm dünyasını yönetiyordu. Vergiler onlara veriliyor, icraatı da, ticareti de onlar yapıyordu. Güvenliği sağlıyorlardı.
Ve bir anda çöktü. Ardından dünyanın birbiriyle iletişimi koptu. İletişim kopunca herkes içine döndü. Şehir devletleri, köyler içine kapandı. Kilise de bunun üzerine yeni bir şey koyamadı. Dolayısıyla önermesi, “Zaten bu dünyaya yaşamaya gelmedik ki, bu dünya çile dünyası, ödülü öteki tarafta alacağız.” Elbette tadından yenmez bir önermeydi.
Yol, refah, sağlık istemeyin zaten biz bu dünyaya çile çekmeye geldik. Her bakımdan kilise bu önermeyle karlıydı. Tam da böyle bir dönemde Fransa Kralı, papaları kendi hegemonyasına alıp Avignon’a taşıyınca ve bunu diğer yükselen krallar üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallayınca, en sonunda Bavyera Kralı yeter dedi. Papalığa karşı harekete geçti.
Ortaçağı düşünün işte, hep şöyle bir yanlış önerme yapılmış.
“Kilisede, İsa’nın yaşadığı gibi yoksul bir hayat mı sürmeli?” Aslında doğru soru bu değildir. Bu manipüle edilmiş ve çarpıtılmış bir soruydu. Doğrusu; “Dünyaya dini anlatmaya gelmiş insanlar, bu kadar varlık ve zenginlik içinde yaşamalı mıdır?” Manipüle etmeden olması gereken soruydu bu.
Kilise bu kadar zengin olmalı mıydı?
Bu tartışmalar büyük bir çatlak yarattı. Yoksulluğu savunanları sürüp, yargılayıp, yaktılar. Bildiğiniz hikayeler, arı kovanına çomak sokan ve doğru soruları soranların sonu!
Ama sıkıntı şu ki; zihniyet değişmedi!
Yani, dünya, Roma’nın yıkılışının trajedisini hala atlatamadı!
Bu söylediğime gülebilirsiniz. Çağlar, şahane dekor değiştiriyor hatta evrim zincirini ilerletiyor. Fakat devlet ve akıl bu zincirle paralel ilerlemiyor. Kitleler ilerletilmiyor.
Gelelim tarihten bize. Yönetimin, kendine mahsus hatalar yaptığını söylemek zor. Dünya tarihi açısından görülmemiş hatalar değil. Fakirliği savunurken zenginleşenler, kayırmacılığı yerlere çalarken imtiyazların en büyüğünü sunanlar, diyaneti kamu kamburuna dönüştürenler, nepotizm ve daha neler neler… En önemlisi aydınlanma vaadiyle karanlık bir çağ açtı.