Çocukların duyguları, ihtiyaçları, beklentileri, oyun ve gelişim hakları, aileler, okullar ve toplum tarafından sizce yeteri kadar dikkate alınıyor ve anlaşılıyor mu? Yeni nesil ebeveynlerin çocuk eğitiminde yaptığı hatalar var mı? Funda Dörtkaş Belediye Gazetesi için mart ayında benimle yaptığı röportajda bu soruyu sormuştu. Kendisine verdiğim cevabı temel alarak aşağıdaki yazıyı derledim.
Modern anne-babaların önemli bir bölümü kendilerinden önceki kuşaktan uzak kalıyor, onların bilgilerinden yararlanmaya açık değiller. Kendi deneyimlerini analiz ederek sonuçlar çıkartmak yerine tutumlarını sosyal medya eğilimleriyle şekillendiriyorlar. Örneğin, yaygın biçimde benimsenen görüşler arasında çocuklara ‘ceza ve ödül uygulamalarına karşı olmak’ gibi kulağa hoş gelen bir başlık var. Çocukların ihtiyacı olan çerçevelerin sağlanmasıyla uğraşmamak, bu şekilde uyku ve yemek saati olmasına ya da çocuklara hastalıklardan korunma amaçlı aşı yapılmasına da karşı olmak şeklinde bir tür ‘plaza tarzı devrimci duruş’ kendini diğerlerinden ayırıyor. Çocukların robotsu biçimde yetiştirilmesine yol açacağı endişesiyle ortaya çıktığını varsaydığımız bu yaklaşımın en uç şekli, hayatta yaptıklarımızın somut bir sonucu olmaması gibi bir yere varır.
Eylemlerimizle yol açtığımız sonuçları görmenin öğreticiliğini hatırlayarak yapılabilecek şeyler yine de var. Ancak cezanın ve ödülün keyfi biçimde, çocuğun gelişimini gözetmeksizin verilmesi, yaşamdaki karar ve adımlarımızın doğal sonuçlarını görmemize ve (bir çocuk olarak) kendimize çekidüzen vermemize yaramaz. Ailenin, okulun ya da devletin hayatımız üzerinde kendi ‘rahat’ına göre yaptığı düzenlemelere uymamanın mümkün olmadığını görür, bu ‘cezasız suçlar’ ve ‘suçsuz cezalar’ dünyasının üyesi, olmayan başarılar için ödüller, işlenmemiş suçlar için cezalara dayalı bir düzenin dişlisi oluruz.
“Ne yaparsan mübah, yeter ki iste!” sloganının egemen olduğu bir dünyaya gelen çocuklar, doğruyu ve yanlışı eylemlerinin sonuçlarına bakarak öğrendikleri bir yaş döneminde, ödüle ve cezaya karşı ne yapacaklarını yeterince düşünme fırsatı bulamamış anne-babalarının gözünde ya da okullarında ‘kendi canlarının istediğini yapma’nın makbul ve muteber olduğunu görürler.
“Bırakınız yapsınlar” özgürlükçülüğünün başkalarının ihtiyaçlarını umursamayan, kendisinin ihtiyaç ve istekleri dışına çıkamayan bireyler yetiştirmeye neden olduğunu göremeyen 1990’lar anne-babalarının çoğu şimdiki duruma hayıflanıyor. Bu genellemenin toplumsal gelir piramidinin en üst kesimleri için daha fazla geçerli olması, ülkemizle sınırlı olmayan ortak gözlemler içermesi, sosyal ve ekonomik etkenlerin ruh sağlığıyla bağlantısını ihmal etmememiz gerektiğini akla getirir.
Bu eğilim bir tür neoliberal ebeveynlik olarak tanımlanabilir. Burada çocuk âdeta memnun edilmesi gereken bir müşteri muamelesi görür, müşterinin ihtiyacı olanı değil satın alabileceğini vermeye dayalı bu yaklaşım, çocukların gelişimini değil ‘mutluluğu’nu önceler. Bugünkü ‘mutluluk’ ileride aynı duyguyu yaratmayınca çocuklar anne-babalarına “Neden beni böyle yetiştirdiniz?” diye sorar, anne-babalar da “Çocuğum sen öyle istediydin, öyle mutlu olursun düşündüydük” diye cevaplar. Çocuk, “Çocuk lafıyla mı hareket ediyordunuz siz” diye öfkelenir. Bu gerçek olaylara dayalı senaryoyu giderek daha sık görüyorum.
Anne-babalara “Çocuğunuzda hangi özellikleri ön plana çıkarabilmek istersiniz?” diye sorduğumuzda bağımsızlık, kimseye muhtaç olmama ya da kendi ayakları üzerinde durma gibi değerlerden söz ediyorlar. Bağımsızlığın ya da ayakları üzerinde durmanın birdenbire ortaya çıkacağını sandığımızdan olsa gerek, bir yandan bu değerleri savunurken, bir yandan da okul yaşına gelmiş çocuğumuzun ağzına sebzeli etli karışımı sokuşturuyoruz. “Kendisi yemeyecek de o yüzden,” diye gerekçemizi söylüyoruz. Ödevini yapmadığı için oturup (belki de başka türlü tamamlanamaz cinsten ödevi) biz yapıyoruz. Bağımsızlığı ya da özgürlüğü, çocuğun üzülmemesi, dolayısıyla zora gelmemesi, canının istediğini yapabilmesi olarak tanımlayınca, bu amaca hizmet etmekten başka yol kalmıyor.
Hizmet veren/hizmet alan ilişkisi, çocuğun memnuniyetini hedefleyen, onu küstürmemek uğruna emrine giren anne-babalık tarzlarını ve okul sistemlerini doğuruyor. Sünnet çocuklarına yaşadıkları zor an karşılığında bir günlük şehzadelik vermeyi anlarım. Ama bu yaklaşımla beylik-paşalık döneminin ilelebet süreceğini sanarak büyüyen çocuk kendine başka biçimde tebaa yaratamazsa, en azından valeleri, kahve dükkânlarının çalışanlarını, kendimiz monte edebilelim diye yapılmış eşyaları monte eden mobilya şirketi elemanlarını daha da ilerleyebilirse öğretmenlerini, hekimlerini bu işlevi görsün diye kullanabiliyor.
Çocuğa memnun edilmesi gereken müşteri gibi yaklaşarak ona emeğin, çalışarak bir şey elde etmenin değerini öğretmek mümkün değil. Kripto para hesapları veya ‘startup’ı ile zilyoner olacağı hesabının tutmama olasılığının aslında pek yüksek olduğunu aklına bile getirmeyen genç girişimciyi hiç eleştirmeyin. Biz anne-babalar, öğretmenler, yetişkinler çocukların rahatını bozmayı, kendi yapabileceği işi başkasına yaptırmamayı öğretmekten ne zamandır çekinir kaçınır olmadık mı? Gelişim bilimini, psikolojiyi sadece çocuğu üzmeme (kendimizi de yormama) teknikleri olarak görmedik mi? Her sıkıntının ‘negatif’ ve ‘travmatik’ olduğunu varsayan, ‘hayatta en yüce değer mutluluktur’ diyen bir kuşak olmanın doğal sonucu ile karşılaşınca şaşıranlara ne diyelim? Bu neden oldu? Bu bizim için bir tercih miydi, yoksa zamanın ruhu mu böyleydi, bize de uymak düştü? Sonraki yazılara bırakayım.