Cemal Süreya kişiliğiyle de ilginç bir şairimizdi. Aşkları, evlilikleri, soyadının bir harfini atması, sakalını maviye boyayarak dolaşması onu yaşarken de efsane konumuna yerleştirmişti. Cemal Süreya’nın kişisel efsanesini oluşturmakta kullandığı unsurlardan biri de kendisi hakkında verdiği bir ‘sır’dı. “Ortaokulda Dostoyevski’yi okudum, ondan sonra huzursuz bir insan oldum” demişti. Öyle miydi, bilmiyorum. Her şairin içinde taşıdığı kadar huzursuzdu, ötesini bilmem. Ama ben gerçekten ortaokulda Dosto’yu okudum ve ondan sonra aslında ‘gerici’ olan bu büyük yazardan kopamadım. Çok yakın bir döneme kadar her yıl bir kitabını okumak gibi huylarım vardı, artık bıraktım. Gene de ona hayranlığım sürüyor, hiç azalmadı.
Beni Dosto Babaya iki unsur bağlar. Birincisi, yirminci yüzyıldaki karşılığını oyun yazarı ve romancı Samel Beckett’te bulduğum, ‘trajik insanlık’ dediğim olguyu en derinden duyan ve anlatan ama derbederce anlatan yazarlardan olmasıdır. (Tolstoy ise her şeyi büyük bir matematik içinde anlatır. Tek söz söyletmem Tolstoy hakkında. Gene de George Steiner’ın gençlik yıllarımızda bizi çokça etkileyen kitabının adında sorduğu soruya, Tolstoy mu Dostoyevski mi, vereceğim cevap berraktır: Dosto. O planda Marx mı Weber mi sorusuna vereceğim yanıt da bellidir: Marx!) İkinci neden onun bir sözüdür: “Hepimiz tüm insanlara karşı tüm insanlardan ve her şeyden sorumluyuz” der, Karamazof Kardeşler’de.
Bu görüşü aydın olmanın en temel ilkelerinden bir olarak benimsedim, o gün bugündür. (O gün, Adakale -sonradan Mediha Eldem- sokaktaki evde, arka odada yatağa uzanmış Karamazoflar’ı okuduğum o güneşli yaz günlerinin muhteşem sabahları ve nispeten loş öğleden sonralarıdır.) Daima bu tanımın ‘evrensel aydın’ denen aydın tipinin şiarı olduğuna inanırım. Bana göre aydın budur. Oysa 20. yüzyılın mı desem onun son elli veya kırk yılının mı desem en etkili düşünürlerinden Michel Foucault, günü geldi bir metninde ‘evrensel aydın’ın (universal intellectual) artık işlevini yitirdiğini, yerini ‘özel aydına’ (specific intellectual) bıraktığını belirtti.
Foucault’nun bu aydın tiplerini tanımlayışını ne kadar aktarmalıyım, emin değilim ama evrensel aydınla esasen Marksizm’in biçimlendirdiği, belli bir ‘erek’e (telos) dayalı, mesela proleteryanın değişmez evrensel realitesiyle özdeşleşen aydını dile getiriyordu. Ona göre bu tür aydınlar aslında yazarlardır. Bu aydın tüm insanlığın, haydi bir de öyle söyleyeyim, Hegelci tarihselcilik bağlamındaki insanlığın sözcüsü olan, onun çıkarlarını gözeten, birey yazarların temsilciliğini yaptığı aydındı. Yazarın metninde seçtiği ahlaki, siyasal, kültürel tercihler gene bahsettiğim tarihselci/evrenselci anlayışla iç içedir ve onu inşa eder. Ama Foucalt’ya göre bu ‘yazar’ artık ölmüştür.
Özel aydınsa belli bir konuda uzmanlaşmış, diğer saydığım özelliklerden arınmış bir kişiliktir. Tüm insanlık adına konuşmak, onun sorumluluğunu içinde duymak, onun temsilcisi olmak gibi kaygısı yoktur özel aydının. Özel aydın artık yazarlardan oluşan küme değildir. Evrensel aydın artık aşılmış belli bir çağın insanıdır. Özel aydın onu ikame etmektedir. Bilimsel, teknik hatta kültürel konularda, belli bir toplumsal etkinlik alanında sadece özgül bilgiyi aktarır ve işlevini o kadarıyla sınırlı tutar, özel aydın.
Kritik bir nokta şu: Aydın konusu Foucault’ya göre sadece bilime yakın veya uzak olmakla ilgili değil. Öncelikle gerçek ve iktidar kavramlarıyla birlikte düşünülmesi gereken bir olgu. ‘Gerçek’ dediğimiz şey her alanda farklıdır. Fiziğin gerçeğiyle sosyolojinin gerçeği aynı değildir. Öte yandan özel aydının sadece bilimsel bir alanda görüş açıklaması ve müdahalede bulunması da kendisiyle ve söylemiyle sınırlı değildir. Bir ‘aydının’ açıkladığı, ortaya koyduğu bilim gerçeği dalga dalga diğer alanları, kültürel, toplumsal, siyasal alanları etkiler.
Foucault bu konuda örnek olarak atom bombasının üretiminde rol oynayan fizikçi Robert Oppenheimer’ı işaret eder. ‘Bilimsel’ hamlesinin ne kadar çok düzeyde sonuç ürettiğini vurgular. Tartışmanın tüm kanatları gelir, dediğim gibi, iktidar ve gerçek noktasında düğümlenir. Foucault’nun Deleuze’le yaptığı münazara bu bakımdan ayrıca önemlidir. Çünkü, teori ve pratiğin de gerçekle ve toplumu dönüştürmekle ilintisine değinir düşünürler.
Sözü kaçınılmaz şekilde bugüne getireceğiz. Foucault görüşlerini 1970’lerin başında belirtiyordu, elli yıl önce. Gelişmeler onu haklı çıkardı mı derseniz cevabım büyük bir evet olacaktır. Kuşkusuz bu tür konularda futbol takımı tutarcasına katı bir cevap vermek, taraf olmak mümkün değil. Elli yıl sonra bambaşka bir yerde duruyoruz ama sosyal teoriyle uğraşan biri olarak bugün gerçek ve iktidarla kurulan ilişkinin önceki dönemlere nazaran daha sorunlu olduğunu söyleyebilirim. Bu Fransız felsefecisi iktidarın dil ve söylem aracılığıyla hayatın her zerresine nüfuz ettiğini ısrarla belirtmişti. 1984’te ölen F bugünleri görmedi. İktidar ilişkileri onun hayattan çekildiği 1980’lerde başlayan neo-liberal, Yeni Sağ politikalarla örülerek bugün işe önce gerçeği teslim alarak başlıyor. Teknoloji de buna yardım etti: gerçek bugün sanal dünyanın, sosyal medyanın gerçeği.
Bunları şunun için belirtiyorum. Bugünkü dünyada belki evrensel aydından daha fazla söz edemiyoruz ve bu bir ‘gerçek’. Mevcut şartlarda özel aydına daha fazla görev düşüyor. Kapitalizmin ağır tahakkümü altında bulunsa da bilimsel gerçek, bütün sorunlarına ve kısıtlamalarına rağmen, içinde barındırdığı engelleyici tüm ideolojik öncüllere rağmen, hâlâ çok önemli. Hem sanal dünyanın yalanlarına direnmek adına hem iktidarlar tarafından kuşatılmış ve teslim alınmış gerçeğin yeniden hayat bulması adına özel aydınlar bugün daha büyük bir mesuliyetle yüklü.
Ben eski adamım. Elbette aydının eleştirel, sorgulamacı olması gerektiğine, elbette Dosto’cu bir anlayışla herkesin her şeyden herkese karşı sorumlu olmasına inanıyorum ama aydınla özdeşleşmiş, tarihselliği olan yazarın hayatımızdan çekildiğini de görüyorum. Dünyanın gerçekliği kişisel tercihlerimizi de gerçekliğimizi de aşıyor. Üstelik gerçekler olguları barındırmaz ama olgular gerçekleri içerir. Bu bakımdan bilim adamları sosyal birer figür olarak önceki dönemlerden çok farklı bir yerde duruyor.
Pandemi bu gerçeği bize bir kere daha hatırlattı. Düşünün ki, her doktor kararını doğrulatmak için ikinci bir doktor arıyoruz. Aşı konusunda uzlaşan iki bilim insanı bulamıyoruz. Bilim her şeyin üstünde değildir. Hele Tanrı sözü hiç değildir. Bu bir epistemoloji (bilgi felsefesi) sorunudur. Gene de bilimin gerçeğini bizzat kendisinin tartışmasıyla, bilimin gerçeğini dışarıda bırakıp önceden belirlenmiş ve yönlendirici olmayı hedefleyen sapkın bir gerçeği (artık ona gerçek denir mi bilmem) tartışmak arasında Çin Seddi vardır.
Çok karanlık bir dünyada yaşıyoruz. Her şeyin yörüngesinden koptuğu ve bu durumun yüceltildiği bir dünya bu. Açıkçası, yanlışın bile bile ve özellikle doğrunun yerine ikame edildiğini söyleyelim. İşin vahim yanı şu ki, insanlar bu durumu özellikle istiyor. Bizatihi bu durum ayrı incelemeleri gereksiniyor.
Bu şartlara çare düşünenler için sığınacak tek bir liman var: dünyanın tüm bilim insanları, tüm özel aydınları birleşiniz.