Avrupa’da yaşayan bir Türk’ün hep söylediği bir söz vardır. “Türkiye’nin gündeminde bir günde olanlar buralarda bir ayda bile olmuyor” der, genelde. Hele Kuzey Avrupa’da yaşıyorsanız bu zaman dilimi çok daha uzun olurmuş.
Bu karşılaştırma bugüne özgü değil aslında. Standartlarını, sosyal ve siyasal düzenini ve dengelerini tam anlamıyla oluşturamayan bir ülke olduk çok uzun zamandan beri.
Sonuç; gürültü, patırtı, ekonomik kriz, korkunç hayat pahalılığı, açlık sınırında dolaşan yığınlar, eğitimde kaybedilmiş eğitim birliği ve çok pahalı özel okullar, adalete olan güven eksikliği, siyasal partiler arasındaki eşi görülmemiş gerginlik, göçmenlerin yarattığı kaygılar ve sokakta görülen düzensizlikler, kuralsızlıklar…
Evet maalesef Türkiye’nin gündemi çok yoğun, en başta büyük ekonomik kriz nüfusun yüzde 5’lik bir kısmının dışında herkesi olağanüstü etkiliyor. Benzinin fiyatı geçen senenin 3,5 katı civarına gelmiş durumda. Gıda maddelerindeki oranlar da iki katına ve hatta daha fazlasına ulaşmış durumda. Pandemi sonrası oluşan küresel ekonomik sıkıntılar, malzeme tedarikindeki ve lojistikteki sıkıntılar Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesiyle birlikte dünyada enflasyonu arttırırken bizde ise enflasyon açık ara çok daha yükseğe çıkmış durumda.
Bütün bunlar milyonların hayatını öyle etkilemekte ki sokakta ister yayaları ister trafiktekileri, isterseniz sosyal medya kullanıcılarını inceleyin hepsinde tek davranış biçimi gözleniyor: ilk kez karşılaştıklarına karşı, bir olgu veya iddiaya karşı kabalıkla ani ve sinirli tepki verme refleksi, karşısındakini dinleyememe sabırsızlığı, somut gerçeklere karşın siyaha beyaz bile diyebilecek kadar gerçeklikten kopmuşluk…
Herkesin kendini haklı gördüğü, karşısındakini ise külliyen haksız ve yanlış gördüğü patolojik bir durum ve bunun yarattığı çok sert ve hastalıklı bir iklim söz konusu olan...
Şimdi böylesi bir durumda, hayatı, insanları, eğitimi kendine dert edinmiş biri çıkıp da bütün bu sorunlardan bağımsız olarak, mesela çocuk yetiştirmekle alakalı bir genel yanlışı sosyal medyada tartışmaya açtığında, işte bu patoloji hemen devreye giriyor ve içselleştirilmiş yanlış davranış şeklini hatırlatan kimseye, olur olmaz kibir hatta nefret sözcükleriyle ‘saldırıya’ geçiliyor kimilerince.
Geçenlerde televizyon dizilerinde artık iyice yerleşmiş olan ve ister istemez izleyenleri yönlendiren bir yanlışı gündeme getirmiştim. Anne-babaların çocuklarını çoğu zaman isimlerinden öte kendi kimlikleriyle hitap etmelerine, yani onlara ‘anneciğim, babacığım’ öznesiyle hitap etmelerinin yanlış olabileceğini ifade eden bir tweet’ime olağanüstü büyüklükte bir etkileşim sayısı gelecek ve bu yanlışı istemeden, kendiliğinden ve içselleştirilmiş bir şekilde yapanlar yanlış ve hatta agresif de olsa bir mantık çerçevesinde cevap verirken, kimileri de sinirli ve saldırgan bir şekilde, “Memlekette sorun kalmamış, bu mu sorun?” kıvamında aşırı tepki gösterecekti. Ama bu arada bu meselede benim gibi düşünen, lakin sosyal medyada linç yemekten sakındığı için konuşmayan sessiz bir çoğunluk olduğunu da gözlemek mümkündü.
Tepki verenleri gayet iyi anlıyordum, zira hayatlarını her nefes aldıkları anlarda bile etkileyen sorunlar varken, pedagojik bir sorunu tartışmak ciddi anlamda bir lüks olmalıydı Türkiye için.
Bu tür konular işte o Avrupa ülkelerinde ciddi sorun olarak masaya yatırılırken, bizde ise her gün ortaya çıkan sorunlar, giderek daha da büyürken insanlar ‘detay’ bir sorunu mu tartışacaklardı?
Konuştuğum pedagog ve psikologlar bu tür bir hitabın beyni gelişmekte olan küçük çocukların aklını karıştırabileceğini ve kendi kimlikleri noktasında kafalarında soru işaretleri doğuracağını bilimsel bağlamda açıklamışken bu yanlışı istemsiz olarak yapanların çoğunun sert bir şekilde, “Benim çocuğumla olan ilişkimi doktorlar benden daha mı iyi bilecek?” denli bilim karşıtı, kibir ve nereden geldiği anlaşılamayan özgüven patlaması eşliğinde yanlışın yanlış olmadığını ileri sürmeleri karşısında yapacak pek fazla bir şey kalmıyordu.
Düşünsenize, bir çocuğa annesi, ‘anneciğim’, babası, ‘babacığım’, teyzesi, ‘teyzeciğim’, dayısı, ‘dayıcığım’, halası, ‘halacığım’ şeklinde çağırdığında, küçük çocuğun kendisini beş ayrı karakterle özdeşleştirenlerin ‘saldırısı’ karşısında düşünce mekanizması nasıl çalışacak? Bunun kimliğinin oluşumunda, gelişimine zarar vereceğini de iddia eden pedagoglara ne diyeceğiz?
Lakin bu pedagojik mesele kadar, bunu gündeme sokmak isteyene karşı alınan, hem ‘Ben her şeyi bilirim, sana ne’ tavrına ve hem de diğer kesimin, “Bu kadar sorunu olan bir ülkede bu mu sorun?” diyenlere daha çok dikkat çekmek lazım.
Memleketin iklimi hepimizin kimyasını değiştirmişe benziyor. Empati yok, karşındakini sabırla dinleme yok ama bilgiye dayanmasa da kendi tecrübe ettiği ve uyguladığı her şey doğrudur, yaklaşımı var. Diğer bir taraftan da devasa sorunlar arasında, gelişmiş bir ülkenin gündemine hemen girebilecek ve insanla, çocuk gelişimiyle alakalı bir sorunsal irdelenmeye değer görülmüyor, zira hayatın yaşanılan büyük zorlukları karşısında bunu tartışmanın anlamsız olduğu görülüyor.
Belki de bu ikinciler haksız değiller ama önemsiz gibi görünen kimi sorunların, başat sorunların ana kaynağı olma ihtimalini de gözden kaçırıyorlar mı acaba?
Nereden baksak patetik bir durum.
Kimya değişti mi, aslına dönmek çok zordur…