Bilhassa son aylarda yakınımızda yaşanan olayları gördükçe ister istemez Churchill’in bu sözleri insanın aklına geliyor…
Üstün medeniyet seviyesini yakaladıklarını ve devam ettireceklerini düşündüğümüz iki Avrupa milleti nasıl olur da birbirlerini katlederler? Nasıl olur da bu çatışmayı durdurmak yerine, diğer Avrupa ve Batı milletleri ya seyirci kalır ya da her iki tarafa daha öldürücü silahlar verir? Nereye gidiyoruz?
Bu noktada sizi takriben 2000 yıl geriye davet ediyorum.
Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Britanya dâhil olmak üzere Ren Nehrine kadar bütün Avrupa “Pax Romana” (Roma Barışı) dönemi veya çağını yaşamaktadır.
Halklar, Yunan medeniyetinin temel prensip ve geleneklerini devam ettiren Roma yönetimi altında, ekonomik refah, hür ve her türlü dini baskıdan uzak olarak hayatlarını sürdürmektedir…
Bu üstün medeniyetin diğer milletler için bir çekim merkezi haline gelmesi kaçınılmazdı. Refah seviyesi Roma İmparatorluğu içinde müthiş bir iş gücü ihtiyacı yaratmıştı. Tarım işçiliğinden, gladyatörlere, ev işlerini görecek kölelere varıncaya kadar çeşitli sahalarda çalışacak ‘emekçilere’ ihtiyaç doğmuştu.
Diğer bir deyimle Ren Nehrinin doğusu ile batısı arasında adeta karşılıklı bir menfaat havası yaratılmıştı…
Önceleri sınırlı sayıda bir akım gözlendi. Gelenler çok kısa zamanda yeni durumlarına alışıp adeta kitle içinde eritiliyorlardı. Herkes memnun görünüyordu.
Ancak göçler her yönden gelmeye başladı. Mültecileri entegre etmek için en iyi yol bunların askere alınmalarıydı. Bu sahada bazı başarılar elde edildi ise de ünlü Roma İmparatoru Augustus (MS 1. yüzyılın başı) zamanından itibaren ciddi sıkıntılar baş gösterdi. Roma kökenli personel adeta savaşçı ruhlarını kaybetmişti. Germen kökenliler ise zaman içinde ve bilhassa 3. asırdan sonra Roma’ya ihanete bile varacak bir tutum içine girdi…
Aynı dönemde yayılmaya başlayan Hristiyanlık halk içinde yepyeni hiziplerin doğmasına yol açtı. Devlet bu gelişmeleri de yönetmekte aciz kalınca adeta din çatışmaları diyebileceğimiz iç kavgalar başladı.
MS 331’de fanatikler, din hürriyetini tamamen güvenceye alan Milano Fermanından istifade ederek daha fazla güçlenmişti.
4. ve 5. asırlarda ise artık Romalı ile Germeni ayırmak mümkün değildi. Roma’nın üst sınıfları da yavaş yavaş İtalya’yı terk etmekten başka çare bulamayınca halkın yapısı hızla değişmişti1.
Kaçınılmaz sona MS 476 yılında varıldı. Barbar bir kabile reisi olan Odoakr, sözüm ona son İmparator Romulus Augustus’u tahttan indirip sürgüne gönderdi… Kendini imparator ilan etmedi. Tüm imparatorluk sembollerini topladı ve İstanbul’a gönderdi.
Batı Roma İmparatorluğu’nun artık son bulduğu ‘cümle aleme’ bu suretle bildirilmiş oldu. Artık sadece Konstantinopolis merkezli Doğu Roma İmparatorluğu vardı.
Günümüze dönelim mi?
II. Dünya Savaşı’nın sonundan itibaren ‘Pax Americana’ dönemine girdik. Artık bütün dünya ABD’den sorulur hale geldi. Güney Amerika’dan Kore’ye varıncaya kadar tüm devletler yönlerini oraya çevirdi. Yardımların başka yerden alınması imkânsızdı…
Avrupa ülkeleri ise çok ağır olmakla beraber 1954’ten itibaren yeniden bir refah birliği yaratmaya başladı. Yavaş yavaş bu birlik yayıldı, hele İngiltere’nin de katılımıyla güçlendi. ‘Pax Romana 2’ adeta yeniden doğmuş ve tüm eski çekiciliğine kavuşmuştu.
Refah seviyesi de arttıkça önce vasıfsız işçi talebi ortaya çıktı. Bunları Avrupa Birliğinin dışından temin edip kıta içinde eritmek çok kolaydı. İkinci ve üçüncü nesiller gelişmeye başlayınca devlet yönetiminde, güvenlik kuvvetlerinde hatta sanayii ve ticarette önemli mevkilere ulaştılar… Artık mülteciler çok daha cesaretle ve büyük riskler alarak Avrupa’yı doldurmaya başladı…
Ardından da dinî çekişmelerin yaşanması ve ciddî olayların yaşanması kaçınılmazdı. Nitekim de böyle oldu; din temelli tartışmalar, çatışmalar hatta cinayetlerin önüne bir türlü geçilemiyor.
ABD’ye gelince Vietnam Savaşından sonra askeri gücü sorgulanmaya başlandı. Bilhassa Çin’in gerçek bir güç olarak ortaya çıkmasıyla dengeler tamamen değişti… Takiben, önce Irak, daha sonra Afganistan’da ABD’nin düştüğü durum da güvenirliliğini tamamen sarstı. Bu zaman zarfında ise başta Güney ve Orta Amerika olmak üzere geniş çapta mülteci akınına da uğradı…
Çizmeye çalıştığım tablonun değerlendirmesini sizlere bırakıyorum.
Naçizane kanaatime göre Türkiye olarak kendi kabuğumuza çekilmenin zamanının geldiğini görmekteyim… Batı ile ilişkilerimizi ittifaklar veya topluluklar içinde değil, birebir temaslarla, barış ve karşılıklı iyi niyete bağlı olarak yürütmeliyiz… Diğer bir ülkenin veya birliğin alacakları kararların bizi bağlamaması şarttır.
Bu suretle ve insan haklarına, hukuk üstünlüğüne ve ifade hürriyetine sadık kalırsak -hayal gibi gelecek ama- 21. yüzyılın örnek ülkesi olabileceğimize ve 2000 yıl evvel Anadolu’da mevcut üstün medeniyeti tekrar yaratabileceğimize inanıyorum.
---
1 Önemli bir bölümü İstanbul’a yerleşmiştir.