Tabiri yerinde midir bilemiyorum? Ama tarihe dokunmak diye bir şey var… Eskilere ait bir obje, giysi, yapıt gibi değerlerle karşılaştığımda, onlara yaklaştığımda, aklıma gelen, içimden geçen, o an tarihe dokunduğumdur. Nasıl yapıldığı, kimler tarafından kullanıldığı, hangi şartlarda ve nelere mal olarak muhafaza edildiği, etrafında olup bitenleri atlatarak benim de parçası olduğum bugüne nasıl eriştiği konusu merak ettiğim, gizeminden etkilendiğim bir mevzudur…
Beni geçmişe sürükleyen, hayalimi zorlayan ilk deneyimim, ilk kez gençlik yıllarımda ziyaret etme şansını yakaladığım Ağlama Duvarı oldu. Kudüs’ün mistik yapısı zaten kişiyi kente ilk girdiği andan itibaren ele geçiriyor, kalbinin bir başka tempoda atmasına, içinde bir yerlerde kelebeklerin uçuşmasına neden oluyor. Taşın soğukluğunun, ilk temasta kucaklayan, sarıp sarmalayan bir yumuşaklığa bürünmesi ile yüzyıllar öncesine fırlatıldığım hissi hücrelerime egemen olmuştu, Bet Amikdaş’tan bugünlere kalan batı duvarının önüne gittiğimde, ona dokunduğumda…
O zamanlar toy bir delikanlı olarak bu duyguyu tam bu şekilde tanımlayamamıştım, ancak zaman içinde o heyecanıma anlam vermeye başladım. İşte tarihe dokunmak, İkinci Tapınak dönemine dönmek ve duvarın tanık olduklarını düşünmek, onunla bir bütün olup hislerini oracıkta dökenleri anlamak, bu olsa gerekti.
Benzer duyguları, aynı yoğunlukta olmasa da birçok kez yaşadım. Eskiye olan saygım belki de bundan ileri geliyor. Harran’da, Nemrut’un tepesinde, Truva’da içim titredi... Kapadokya’nın, Ihlara Vadisinin yer altı kentlerini gezerken de yüzyıllar öncesini düşünmeden edemedim. Orada bin bir güçlük ve mahrumiyetle yaşamaya zorlanmış insanları, duygularını, çaresizliklerini, beklentilerini hissetmek, buna gayret sarf etmek, eskiyi yeniye bağlayan yolda, bir duyarlılık olmuştu benim için.
Ayasofya’dan, hemen yakınındaki eski hipodrom meydanından Bizans’ın son günlerini düşünmeden, Fatih’in topları karşısında çaresiz kalan halkın içindeki korkuyu hissetmeden ayrılmak nasıl mümkün değilse, Süleymaniye’den, imparatorluğun o haşmetli yüzyılını anmadan kopmak kolay değil. Bir iş seyahati dönüşü geçtiğim İnönü Ovasında, Gelibolu tabyalarında, Edirne girişinde Balkan Muharebelerinin izlerini taşıyan tepelerde hep aynı duygu haline kapıldığımı anımsıyorum.
“Geçmiş geçmişte kaldı, bize ne?” Tabii ki bu da bir fikir! Her ne kadar sığ da olsa, her ne kadar geçmişi korumanın, ona sahip çıkmanın anlamını ıskalasa da bu da bir fikir! Cehaletle yoğrulmuş kıymet bilmezliğin görüntüsü. Kıymetlerin restorasyonunu çarpık çurpuk yapanlar da kentlerin tarihi kimliklerini tahrip edenler de bu kültürsüzlüğün içinden gelenler, maalesef!
Geçenlerde 500 yaşında bir ağacın villa inşaatına yer açmak için kesildiğini okuduğumda aklıma tarihe dokunma konusu geldi ister istemez. Olay Kuşadası’nda olmuş! Doğanın kazandırdığı, geçmişe mal olmuş bir ağaç neden katledilir? Bin bir zenginliğe tanıklık etmiş böylesi ulu bir değerden daha kıymetli ne olabilir? Onun bize fısıldadıklarına nasıl sırt çevrilir? Kökleri ile, gövdesi ile yüzyılları aşıp gelen bu varlığın yok edilişine imza atanın, buna göz yumanın, talimatı yerine getirenin nasıl bir ruh hali içinde olduğunu tahmin etmek, günümüz değer yargıları çerçevesinde mümkün ne yazık ki. Zaten insanın içini buran da, isyan ettiren de bu! Artan vurdumduymazlık, değer bilmeme, her şeyi para ve nüfuz ile ölçme hali…
Tarih geri bakarak anlaşılır. Onu yok eden, onu okul sıralarındaki basitlikle sınırlayan görüş, geride bir şey kalmamacasına yok ediyor eskiyi. “Eskiye rağbet olsaydı bit pazarına nur yağardı…” diye buyurulmuş. Zaman zaman “yeni olanın” kıymetini öne çıkarmak için dile getirilir. Doğrudur, ancak eksiktir bana göre… Atlanan, “yeni olanın” eskinin silinmesi karşısında anlamsızlaşacağıdır… Zira tarih geri bakarak anlaşılırken yaşam ileriye doğru anlam bulur. Yeniye rağbet eskiyi bilmekten, ona değer vermekten, kıymetli olanı korumaktan geçer.