Karadeniz'i anlamak, Türkiye'yi anlamak…

Mois GABAY Köşe Yazısı
22 Haziran 2022 Çarşamba

Yılın 260 günü neredeyse yağmur alan, yağmurun dağları yumuşatması ile bir yandan heyelan öte yandan dağlardan kopan kayalarla mücadele eden, denizde kopacak fırtınadan ormanda karşılaşabileceği ayıya kadar her an olası bir sorunla mücadele etmeyi yaşam felsefesi haline getirebilmiş, kendine has akıllı, zeki ve pratik Karadeniz insanı… Karadeniz’in coğrafyasını ziyaret etmeden, bu gerçekliği yaşamadan Karadeniz insanını anlamak, ruh hallerindeki anlık değişiklikleri fark edebilmek mümkün değil. Geçtiğimiz hafta değerli dostlarım Sacred7 Travel kurucusu Şebnem Eser Akarsu ve ülkemizin en değerli rehberlerinden Elif Çamlıkaya eşliğinde oradaki dostlarımız Sendagez Yeliz Hanım ev sahipliğinde çok keyifli bir Karadeniz gezisi gerçekleştirdik. Karadeniz’e ayak basar basmaz sevgili Elif’in ağzından dökülen bu sözlerde Karadeniz’in gerçeğini bir kez daha anladım.

Muhteşem doğa manzaraları ve eşsiz fotoğraf kareleri ile geçen üç gün boyunca bir yandan Karadeniz insanını yakından tanımaya fırsat bulurken, ötekileştirmenin sadece ‘azınlık’ kimliği üzerinden yapılmadığını, yöre insanının aslında yeri geldiğinde geçmişin sürekli yüzüne vurularak nasıl hırpalanmaya çalışıldığını da dost sohbetlerinde fark ettim.

Hepimizin çok iyi tanıdığı Pelit, Sevinç, Karafırın gibi pastanelerin kökeninde, 1800’lerin sonunda Rusya’ya giderek pastacılığı öğrenip, yurda döndükten sonra da İstanbul, İzmir, Ankara gibi pek çok kentte pastacılık yapan Hemşinlilerin hikâyesinin yattığını ve hatta geçtiğimiz yıllarda Uğur Biryol’un yazmış olduğu ‘Gurbet Pastası’ isimli kitap ve çekilen belgesel filmle bu anıların kayda alındığını da bu seyahat vesilesi ile öğrendim.

Yayla yaşamının sadece doğa ile iç içe keyifli bir vakit geçirmek için yapılan bir aktivite değil, nisan-mayıs aylarında önce marangozların gidip gerekli tamirleri yapması ile başlayan, kışa hazırlık için büyük bir çalışma alanının kurulması demek olduğunu da ancak yaylaya çıkarak gözlemleyebilmeniz mümkün. Yayla şenliklerinin bir amacı ise bölgedeki genç kız ve erkekleri tanıştırmak, kaynaştırmak olduğunu ve sonbahar geldiğinde bir dahaki yaza kadar belki hiç görüşemeyecek o gençlerin hasretinden Karadeniz’in duygusal hasret türkülerinin ortaya çıktığını da biliyor muydunuz?

22 metre yüksekliğinde ve 50 ton ağırlığında Sıtkı Kahvecioğlu Vakfı tarafından yaptırılan Türkiye’nin en büyük Atatürk heykeli, Atatepe üzerinden bizleri selamlarken, Artvin’in okuma yazma oranının, eğitiminin en yüksek şehirlerden biri olduğunu öğrenmek de yüreklerimize umut ekti.

2005 yılında Unesco tarafından Türkiye’nin ilk biyosfer rezerv alanı olarak ilan edilen Macahel’de bir yandan 19. yüzyıldan kalan ahşap camileri ziyaret ederken, doğa ile iç içe uyandığınız bir sabah yeşilin her tonunu, endemik bitkileri doğanın karşı konulamaz güzelliğini izlerken bir kez daha bu dünyada sadece misafir olduğunuzun farkına varıyorsunuz. Ayder’de inşa edilmiş kaçak ve çirkin yapıları görürken, insanoğlunun doğa ile bitmeyen bu savaşında kazananın doğa olmasını da umut ettim.

Rize’nin her vadisinde birbirinden farklı, mimari zenginlikteki Laz konaklarının yanında çarpık yapılaşma, mantar gibi üreyen çok katlı, yarısı var yarısı yok beton binalar bölgenin kanayan yaralarından biri olarak dikkat çekiyor. Vadilerde yer alan dedelerin ailelere miras bıraktıkları konakları görüp, aşağı indikçe merkezde yer alan tuhaf yapılaşmayı fark edip insan ister istemez sormadan edemiyor: “Tarihten hiç mi ders alınmaz?”

Çoğu kez anlamını bile bilmeden Gürcü, Laz, Pontos gibi sözlerle ötekileştirilmeye çalışılan, sürekli geçmişi hatırlatılarak siyasi amaç uğruna medyatik figürler üzerinden Türklüğü sorgulanan yöre insanı, hâlbuki birbirini çok iyi tanıyor. Bugün sadece Doğu Karadeniz’de bile beş ayrı dilin Lazca, Gürcüce, Hemşince, Romeyika ve Lomavren’nin (Poşaca yani Çingene Ermenicesi) karşımıza çıkması bile bizlere kimlik inşasında bölgenin ne denli zengin olduğunu anlatıyor. Dileriz bu zenginliğin kıymeti bilinebilir.

Karadeniz insanını, köknar, gülgen, ladin ve karaçamlarla süslü ormanlarını, güzelim çay bahçelerini anlatmaya bu satırlar yetmez. Siz en iyisi en kısa zamanda Karadeniz’e gelin!  

*************** ***************** ****************

İsrail’in iletişim dili ve halkların dostluğu

İslami Devrim Muhafızlarından Albay Hasan Sayad Khodayari'nin İsrail tarafından öldürüldüğünü iddia eden İran’ın dünyanın farklı ülkelerindeki İsrailli turistlere saldırarak intikam almaya çalışacağı belirtilen açıklamaların ardından bilindiği gibi İsrail makamları ardı ardına açıklamalarla Türkiye’deki İsrailli turistleri acilen ülkelerine çağırmıştı.

Hatta geçtiğimiz haftalarda İsrailli ve Türk makamlarının ortak çabalarıyla bir terör eyleminin son anda engellendiği de basında yer almıştı. Geçtiğimiz hafta bu kez iletişim dilinde pek de alışık olmadığım bir açıklamayı İsrailli makamların ağzından basında okuduk: “İsrailli yetkili Türkiye'den ayrılamayan İsrail vatandaşlarına, kendilerini otel odalarına kilitlemelerini ve İsrailli olduklarına dair işaretleri gizlemelerini” istemişti.

Panik dışında hiçbir işe yaramayacağını düşündüğüm bu iletişim dili bir yana son bir ay içerisinde Ada vapurundan, İstiklal Caddesindeki dükkânlara kadar her yanda duyduğum ve özlediğim İbranice sesler, siyasetin yarattığı ara girse de halkların dostluğunun devam ettiği ve İsrailli turistlerin ülkemize düşkünlüğünün bitmediğini gösterdi. Nitekim onca uyarıya rağmen son ana kadar buraya gelmeyi tercih eden İsrailli turistler de olmuştu.

23 Haziran’da gerçekleşecek İsrail Dışişleri Bakanı Yair Lapid’in Türkiye ziyareti ve 28 Haziran’da İsrail’de planlanan İbrahim Tatlıses konseri, dileriz her iki ülke normalleşmesinde yeni halkalara vesile olur…  

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün