Fransa’da seçimler yapıldı ve sonuçlar Fransa’yı iyi tanımayanlar için şaşırtıcı oldu. O ülkenin tarihini ve politik eğilimlerini biraz bilenler bendenizin ‘sol blok’ dediği, başını Jean Luc Mélenchon’un çektiği Sosyal ve Ekolojik Halk Birliği/Nupes’le, Batı Avrupa’nın baş ağrısı olan ama Time dergisinin dünyanın en etkili 100 kadınından biri seçtiği Marine Le Pen’in Ulusal Birlik partisi, bazılarının ‘macaron’ diye alay ettiği Macron’u belki devirmedi ama epey sarstı, çoğunluğunu yitirmesine yol açtı. Project Syndicate’te okuduğum yazısında Hugo Drochon, bundan sonra, diyordu, bakalım Fransa’da ne olacak, karşılıklı ödünler mi verilecek, yok koca ve elbette önemi tartışılmaz bu ülke bir kilitlenme mi yaşayacak?
Bunlar zor sorular. Beni derinden ilgilendiriyor. Ama asıl üstünde durmak istediğim bizatihi Fransa’da ne olduğu veya olacağı değil. Ben ortaya çıkan sonucun niteliği üstünde düşünmek istiyorum. Aklı başında herkes Macron’un bir yandan sol grubun diğer yandan aşırı sağın arasında sıkıştığını görebilir. Bu nasıl oluyor?
Soruyorum çünkü, bu iki gruptan biri diğerine galip gelseydi, net bir sonuç ortaya çıksaydı yani mutlaklıklar üstünden gelişen bir manzara görseydik, Fransa o yöne kaydı diyecektik. Oysa mevcut durum daha ‘problematik’. Evet, yineleyeyim, bir yanda başını Mélenchon’un çektiği radikal sol, diğer yanda radikal sağ. Ne demek bu? Soruyu Fransa’ya sınırlı kalarak sormuyorum, genel olarak Avrupa ölçeğinde gözden geçirmek istiyorum.
Önce sağdan başlayalım, çünkü daha homojen. Besbelli, bilhassa göçmenlerin kabarttığı bir duyguyla Avrupa’nın her köşesinde aşırı sağ, ırkçı, dışlayıcı politikalar yükseliyor. Benzer bir oluşumu Türkiye’de görüyoruz. Bir parti lideri varlığını adeta göçmenlerle kavgaya bağladı, gece gündüz Suriyeliler üstünden ırkçı görüşlerini (bunlar ‘düşünce’ olamaz!) dile getiriyor. Korkunç bir şey ama bir o kadar da gerçek. O zatın Le Pen’den etkilendiği, Le Pen olmak istediği aşikar.
Bu ekseni biraz genişletelim. Bana göre salt göçmenlere bağlanamayacak şekilde gelişen bir aşırı sağ eğilim var dünyanın her yanında. Zaten ırkçılık dediğiniz şey bugün göçmenler diye başlar yarın bambaşka yerlere yayılır. Epey bir zamandır üstünde konuştuğumuz ‘otokratik’ liderlik de bu sağcılaşmanın bir sonucu. Bu tarihin şimdi on yılı haydi haydi aştığından söz edebiliriz.
Mevcut ve çok rahatsız eden tabloyu doğuran ilk neden zannederim 1990’ları çok etkileyen ama 2000’lerle birlikte daha fazla ilerlediğini görmediğimiz küreselleşme. Küreselleşmenin yatay ilişkilere dayanan, çok-uluslu, çok-kültürlü yapılar kurmayı ve hâkim etnik grupların gerilemesini öngören yaklaşımı gerçekleşmedi. Tersine ulus-devletlerin müesses nizamı geriye dönerek ciddi ve sert bir intikam aldı. Bu hamle yaygın sağcılaşmanın ilk adımdır.
İkinci adımı ekonomi oluşturuyor. Yapılan sayısız çalışma 2000 sonrasında dünyadaki gelir dağılımının yeni anomaliler yaşadığını, büsbütün bozulduğunu, zenginlerin daha da zenginleştiğini, yoksulların çok kritik eşiklere geldiğini gösteriyor. 1945 sonrası Avrupa’da hakim olan sol, sosyalist, komünist, işçi partisi türünden partiler ve politikaları yerini neo-liberal partilere bıraktıkça gelir dağılımı sapmayı sürdürecek. Her benzeri dönemde olduğu gibi bu olumsuzluk popülizmlerin gelişmesine yol açtı ve sağ popülist politikalar derece derece toplumları ele geçirdi.
Üçüncü neden dinle ve muhafazakârlıkla ilgili. Yapılan araştırmalar Avrupa’da bu iki anlayışın da giderek yaygınlık kazandığını gösteriyor. Muhafazakârlık neo-liberal ekonomilerin yıkıcılığına ve küreselleşmenin iddialarına karşı bir tür cemaatleşme; cemaatler aracılığıyla direnme. Tutuculuğun olduğu her yerde cemaatleşme vardır. Kaldı ki, sağ-popülizmin egemen olduğu bir dönemde başka bir model düşünmek de pek olmaz.
Bu bileşenlerin meydana getirdiği en ciddi sonuç aslında şimdi üstüne kütüphaneler dolusu makale ve kitap yazılan o çok ürkütücü durumdur: demokrasinin günbatımı. Sorun Putin veya Le Pen olmaktan önce budur. Demokrasinin neden durakladığı konusunda çok düşünüyoruz ama bu pek bir çözüm değil. Çünkü demokrasinin solumadığı, konumunu pekiştirmediği bir dünyada yaşamak düşüncesi ürkütücü. Yalan değil, o kitapları büyük bir merakla okuyor ve kimse kusura bakmasın ama arkalarında son derecede ‘yanlış’ bir tutum görüyorum. Hepsi de demokrasinin neden yaşamayabileceğini anlatıyor ki, bu yaklaşım bana çok tehlikeli görüyor. Bunu söylediğiniz anda dolaylı veya örtük şekilde de olsa demokrasinin ‘çöküşünü’ onaylıyor, onaylamasınız bile olağanlaştırıyorsunuz. O vakit de bir yandan Putinler diğer yandan Le Penler beliriyor. Belirmek ne demek demir pençelerini toplumlara bir kasnak gibi geçiriyor.
Tüm bunları yazarken zihnimin gerisinde duran o çok ürpertici koşulu zikretmeye direndim ama çaresizce ifade edeceğim: maalesef Avrupa’nın, bahusus Fransa’nın malum ve meşhur bir ‘Faşizm’ tarihi var. Dünyaya devrimler, felsefeler, akımlar hediye etmiş bir ulusun bu niteliğini anlamakta zorluk çekiyorsam da antisemitizmden başlayarak gelişen o çok yıldırıcı tarihi unutamıyorum. Üstelik sağ-popülizmle bütünleşen Faşizm zehirli bir hava gibidir, iğne deliğinden olsa sızar ve o deliği git gide büyütür.
Panzehir daima soldur. Gelin görün ki, bugünün dünyasında solun ne olduğunu artık hiçbirimiz bilmiyoruz. Marx’ın 1848’de yazdığı Komünist Manifesto’ya, David Harvey’in ‘yenileme’ kaygılarıyla ‘okuduğu’ ve baştan kurmayı denediği Kapital’e dayanarak bugün bir sol tesis etmek olanaksız. Ama tarihi boyunca solun savunduğu ilkeler bugün de geçerli. Özgürlük, eşitlik, kardeşlik ilkelerinin çağını doldurduğundan kim söz açabilir? Üstelik yeterince geniştir bu kavramların çapı. Özgürlük bugün de bir temel ihtiyaç. Eşitlik, baştan beri anlatıyorum, çözümü daha fazla ötelenemeyecek bir büyük derdi işaret ediyor. Göçmen kavramının bu derecede öne çıktığı bir dünyada Kardeşliğe ihtiyaç yok mu?
Sorun bu kavramların içini nasıl dolduracağımızdır. Bugünün çamaşırı dünün güneşinde kurutulamayacağına göre, bu soruya yeni bir karşılık bulmak gerek. Oysa, çok üzülerek söylemeliyim ki, içinde yaşadığımız dönemde, gösterilen belli çabalara rağmen sol kimsenin umurunda değil. Kabahat halkta değil, solun solluğunu unutturan politikacılardadır. Kimlik üstünden ilerleyen, gelişen bir politika dünyasında solun solluğunu anımsatmak hiçbir politikacının işine gelmiyor, sol yerini solgun veya soluk partilere ve politikalara bırakıyor.
Bunları daha 2010’larda söylemiş birisi olarak aradan geçen zamanda Türkiye’de de bir gelişme kaydedildiğini görmemek üzücüdür. Hele sosyolojinin de sağ-popülist partileri desteklediği dönemlerde bu daha da önemli bir husustur. Şimdi ibre o siyasetlerden uzaklaşırken umarız sol daha güçlü bir tutumla anımsanır.
Mélenchon’un yaklaşımı ve kurgusu bu nedenle önemli. Fransa’daki sosyalist partinin merkez-sol siyasetinden kendisini ayrıştıran bu politikacı kurduğu birliği ‘sosyal ve ekolojik halk birliği’ olarak nitelendirirken aslında yeni sol tanımı da getiriyor. Daha doğrusu sola artık ondan ayrılamayacak bir bileşen ekliyor: ekoloji. Hayati derecede önemli bu konu doğrudan sol bir konudur. Tükenen tarım arazileri, artan gıda fiyatları, kirlenen çevre özünde ciddi ekonomik politika değişikliklerini hatta bir ‘devrimi’ gereksinmektedir. Yerleşik yaklaşımlar bu anlayışı gösteremez. Konunun basit bir ‘fantezi’ olmaktan çıkarılıp ciddi bir politikaya dönüştürülmesi gerekir ki, benim buna ekleyeceğim üçüncü bir unsur feminizmdir. O da çok ciddi yeni yapıları ve politikaları zorunlu kılan bir alandır, keşke Mélenchon o kesimi de içine alabilseydi. Bu koşullarda Fransa, dünyadaki politik çatışmaların sahnesi. Tüm toplumlar Macron’u sıkıştıran bu iki kutup arasında bunalıyor.
Şimdi sorun şu: Mélenchon’un kendi partisine verdiği ad Boyun Eğmeyen Fransa idi. Adıyla fazla milliyetçilik kokan bu sol parti şu son hamlesiyle zannederim değindiğim kısıtlamasını aştı ve ‘sosyal ve ekolojik’ bir anlayışa erişti. Ciddi ve gerçekçi bir tutum bu. Mélenchon’un dünyayı yakından izlediğini gösteriyor. Halkın teveccühü de sevindirici. Şimdi mesele politik ağırlığın olabildiğince bu kesime doğru kayması, onların da böylesi bir güçlenmeyi sağlayacak şekilde savlarının içini doldurması. Her ne kadar Fransa aşırı sağla bu sol arasında sıkışmış görünüyorsa da yazının başında belirttiğim gibi, umarız kendi devrimci, sol geçmişini anımsar ve ona göre davranır, bundan sonrasında da.
Fransa, 1871 Komününün 150. yılında olduğunu anımsasın, yeter!