Türkiye’de safları bilemem ama sınıflar net bir ayrımla birbirlerinden kopuyor. Ortalarında duran fay hattı ise seçimin üzerine kurulu. Ya karanlık ya da aydınlık gibi söylemler bu fay hattına giden damarları fazlasıyla besliyor. Halbuki demokrasilerin işlediği yerlerde seçim olağan bir durum olur ve kim gelirse gelsin işleri kaldığı yerden devralır. Oysa bizim gibi ülkelerde her seferinde ya işgal kuvvetlerine anahtar teslim ediyoruz ya da fetih edip anahtar peşinde koşuyoruz. Nedense hep çok zor olsun istiyoruz. Anlaşılmaz bir fetih geleneği var. Her seçim nasıl bir fetih olabilir ben de buna isyan ediyorum. Basit bir seçimin yapılacağı sıradan bir gün dileyerek…
İnsanlarla ilgili anlamı yitirdiğimde ya da yargı oluşturmamak adına kendimi geri çektiğimde “Sonuçta burası benim tasarımım değil” diyorum.
Thomas Mann’in “Aydın içine göç etmelidir” sözünü hatırlarken, Pieter Brueghel (Hollandalı Rönesans ressamı) tablolarına bakıyorum. İnsan hallerinin kataloğu gibi resimler yapmış adam. Tablolarına; aç gözlülüğü, yalancılığı, salaklık dahil her hali işlemiş. İnsanın bakmaya cesaret edemediği pespaye iç dünyasını kabak gibi ortaya sermiş. Oh olsun diyorum seyrederken. Keşke yaşasaydı ve Türkiye’ye gelseydi. Yani son yılların Türkiye’sinin sanat tarihine anlatacak çok sözü olurdu sanki. Sedat Peker’in haykırdığı yerde acıya kayıtsız, eğlenceye duyarsız toplumu nasıl anlatırdı tablolarında mesela?
Eşcinsel yaşama duyulan öfkeyi ve karşıtlığını afişlerle ve şemsiyeyle anlatan kitleleri tabloda düşünemiyorum! Aile kavramını korumak adına, kendisinin dahil olmadığı kümeyi, kötü-düşman-öteki ilan edenler ve onların ötekileştirdikleri! Sonuçta aynı tabloda olup oradan hayata birlikte baktıklarının da farkında olmazlardı!
Karanlık dönemlerden geçerken insanın, ışığını koruması gerekir. Gerçekten koruyabiliyor musunuz?
Bundan emin olamıyorum. Özellikle suçlama dilinin yaygın kanaate dönüştüğü bu dönemde... Herkes birbirini bir şey olmak ya da olmamakla suçluyor.
“Her insan kendi rüyasının tabiridir” diyen Federico Fellini de anlamış kimsenin kendi defolarına dürüstlükle bakmadığını ya da bakmak istemediğini. O da zaten filmlerinde bunu farklı şekillerde anlatmış.
Bizim filmimizin ana fikri belli aslında. Kendisiyle yüzleşmeyen toplumlar hep bir şeytan ararlar.
Çünkü olan bu. O yüzden uçlarda yaşıyoruz. Bir anda ya çok seviyoruz ya nefret ediyoruz. Oysa yaşadığımıza bakıp adını koyamıyoruz.
Daha açık belirtmek gerekirse İtalyan yönetmen sırf durum konumu attığı için acımazsızca öldürüldü. Pier Paolo Pasolini, “Babalarının günahlarını çocuklar çekiyorsa faşizm budur” demekle kalmayıp filmlerinde gösterdiği için ölümü trajik oldu.
Yani sorunu başta ararken, başa getirenlere epeydir bakmıyoruz gibi düşünün bu sözü biraz da. Toplumsal eleştirinin sinemadan ve birçok alandan cenazesi kalktığından beri bizde toplum kendini kaybetti. Oysa sanat ve zeka bir araya geldiğinde kavgaya gerek bile kalmaz. Duvarlar kendiliğinden yıkılır, aşırı ciddiyet tuğlaları devriliverir. Ahlakçılık aramızdan iltica eder.
Ne kadar geriden geldiğimizin örneği var.
Amerika 1930’larda ‘The Hays Code’ adıyla Film Üretim Yasası çıkararak berbat bir oto sansür uygulaması yaptı. Tutucu çevrelerin sinema filmlerinin, gençlere ahlaksızlık aşıladığı yolunda sürdürdükleri karalama kampanyası sonucunda önlem adı altında sansür çıktı.
Özellikle eşcinsellik olamazdı filmlerde, ayrıca mutsuz son da olmamalıydı. Ahlaki şablonlar o kadar garipti ki filmdeki anasız babasız kız seyirciye emanet edilirdi! Fakat sanat ve zeka elbette yasaklara galip geldi.
Şarkısıyla kalpleri fetheden ‘Over the rainbow’ yani Oz Büyücüsü filminin yaratıcıları o kadar zekiydi ki, siz bir kız çocuğunun hikayesini izlerken arkada başka film dönüyordu.
O yüzden de film yıllardır dünya tarihinden silinmedi. Klasiklerin içinde en ön sıralarda jenerasyonları bile aştı.
Filmdeki başrol küçük kız Dorothy, ABD’yi temsil ediyordu. Yolunu kaybetmiş bir ABD anlatıldı o filmde. Her şeye karışan, kızcağızın köpeğini almak isteyen Ms.Gulch ise faşizan yönetim anlayışını sergiliyordu. Yani kasabanın yarısı senin diye diğer yarısını da yönetebileceğini sananlara hitap ediyordu.
Filmdeki Munchkin Ülkesi yani küçük insanların ülkesi, renklerini belli etmeyen küçük insanlardı. Perilerden güç kime geçerse onun yanında saf tutarlardı. Politik rengini belli etmeyen toplumlar gibi. Film o kadar meşhur oldu ki arkada dönen filmi, yasayı yapanlar tabii ki anlayamadı! Yasa kalkana kadar Hollywood zaten yapacağını yapmıştı.
Yasaklar bitti mi? Mümkün mü? McCarthy dönemi gelince komünistleri hayattan silmeye çalışırken yönetim, emin olamadıklarına da ‘Pink’ adını verdiler. Yani komünist olmasa bile kesin sempatisi var etiketini yapıştırıp onları da her yerden ayıkladılar. Bunlardan en meşhuru yazdığı Roma Tatili filmin senaryosu, Oscar aldığı halde törene katılamayıp kendi adını, yasaklı olduğu için kullanamayan senarist Dalton Trumbo!
İşte bu döneme de başka bir cesur damga vurdu. Bu kez gazeteci Ed Murrow!
Toplama kamplarını duyuran ilk gazetecidir kendisi. Cepheye giderek gördüklerini anlattı. İnsanlar dinledikleri karşısında şok olurken canlı bağlantılarla yapılan haberciliği hepimize kazandırdı. Gazeteciliği gazetelerden, radyo ve televizyona taşıyan ilk isimdi. Ed Morrow, “Şuradan bildiriyorum” diyen akımın yaratıcısıydı.
Ve iki haberiyle McCarthy’yi yerle bir etti.
Yani demem o ki; bir mücadele sadece siyasetin, gazetecilerin sırtına yüklenemez. Her alanda zeka kullananlarla beraber verilir.