İstanbul Adaları, Anadolu Yakasının güney kıyılarının açıklarında, Marmara Denizinde yer alan takımadadır. Eski devirlerde ulaşımın güç, kaçmanın ise adeta imkânsız olduğu adalar, asıl ününü, din ve taht kavgalarıyla sarsılan Bizans’ın sürgün ve çile beldesi olarak yapmış. Özellikle 8. yüzyılda ve sonrasında gözden düşen din adamları, siyasal rakip olarak görülen saray mensupları, prensler, imparatorlar, ağır işkenceler altında, adalara sürgün edilmiş. Adalarının en büyüğü ve en çok ziyaret edileni olan Büyükada’nın tarihi Antik Dönem’e kadar uzanır. Antik dönemde Demonisia, Halkın Adaları olarak anılan Prens Adaları hakkında ilk bilgiler 1930 yılında Karacabey mevkiindeki Rum Ortodoks mezarlığı yakınında bulunan, Büyük İskender’in babası Makedonya kralı II. Filip’e ait altın sikkeleri içeren Büyükada Definesi ile elde edilmiştir.
Adalar, Bizanslar ve onların Adalar’da inşa ettirdikleri manastırlarda sürgün edilen ve bazıları Bizans’a asla dönememiş imparatorlar, imparatoriçeler, patrikler sayesinde ünlenmiştir. Bizans tarihçileri 569’da İmparator II. Justin (565-78) kendisine Adalar’ın en büyüğünde bir saray ve bir manastır inşa ettirdiğini yazar. Büyükada, imparatorun yerleşmesinden sonra Prinkipo yani Prens’in Adası adını almıştır. Sonrasında takımadaların tamamına bu isim verilmiştir. Yaklaşık yedi yüzyıl Bizans’ın bu sürgün yeri, Bizans döneminde Konstantinopolis büyük surlarla korunurken Adalar terk edilmiş ve düşman kuşatmaları sırasında tahrip edilmiş. Arap istilaları ve Haçlı Seferleri ile yağmalanan adalar Osmanlı egemenliğine geçince güvenli bir atmosfere kavuşmuştur. Böylece, sadece keşiş ve papazlar ile sürgünlerden başka, az sayıda bağcı ve balıkçı barındıran adalar, 18. yüzyılın sonlarına doğru ‘yazlıkçı’ olarak gidilen bir yer olarak keşif edilmeye başlanmıştır.
Geçtiğimiz hafta Adalar Sanat İnisiyatifinin düzenlediği ‘Adalar’da ve İstanbul’da Yaşam’ söyleşisi, Büyükada Anadolu Kulübünde gerçekleşti. Söyleşinin konuğu İlber Ortaylı’ydı. Mahmut Nüvit Doksatlı öncülüğünde, Yasemin Giritli İnceoğlu Modaratörlüğünde gerçekleştirilen söyleşiye Sevgili İlber Hoca’yı dinlemek için ada yoluna koyulduk.
Her zaman olduğu gibi İlber Hoca, bu konudaki bilgilerini paylaşırken büyük bir dikkatle izlendi. “Adalı olmak diye bir kavram var mıdır?” sorusunun yanıtı ilginçti:
“Adasız İstanbul olmaz. Türkler bu kıyılara geç geldi. Bizim için adalar manastırların dışında, balıkçıların, dünyadan biraz olsun çekilerek izole yaşayanların yeri. İşlek bir yer olmadığı için de evet adada bir yaşam türü olsa da ada kültürü yoktur. Türkler için adada yaşam bir Tarz-ı hayat olmuştur.”açıklamasını yaptı. Daha sonra, eskilden Kadıköy de bile bir kafe kültürü yoktu, Kadıköylü olmak İstanbul’a uzak olmak demekti. İstanbul merkezine uzak yaşadıkları için de Nişantaşı veya Maçka’da yaşayan insanlarla, Modalı olmak aynı değildi. Adalı, Modalı tabiri de buradan gelir. Bu bölgelerde hayat tarzı benzerliği dışında, normlar, insan ilişkileri, oturulan mekanlar değişiktir. Bu adalara neden Prens Adaları diyoruz, zira adalar prenslerin gözlem altında bulunduğu yerlerdi. Ayrıca Büyükada’nın tarihinde, sürgün yaşamını adada geçiren Troçkin’nin de ayrı bir önemi vardır.
İnceoğlu daha sonra adalarda değişen nüfusa ve 6-7 Eylül Olaylarına değindi. Bilhassa İstanbul Rumlarının büyük zararlar gördüğünü, göç etmek zorunda kaldıklarını ve adalardaki nüfusun nerdeyse 90 binlerden 30 bine düştüğünü açıkladı.
İlber Hoca, adalardaki 6-7 Eylül 1955’te yağma olayları olduğunu fakat asıl azalma ve Rumların adalardan gitmelerinin 1963-64 yıllarında yaşandığını belirtti.
Bu konuda Rita Ender 2014 yılında Rum Sürgününü, “1964 yılında Türkiye’de yaşayan 12 bin Yunan pasaportlu Rum sınır dışı edildiğinde, Yunan hükümeti bu insanlar için göçmen kampları kurmuş. Kamplarda, bavullarına sığan 20 kiloluk eşyaları ve ceplerinde kalmasına izin verilen 20 dolarları ile sürgün edilmiş olmayı anlamaya çalışmışlardır” diye anlatmıştır.
Son olarak dinleyiciler arasından gelen “İstanbul’da olmak azınlık mı oldu?” sorusuna İlber Hoca’nın “İstanbul’da siz artık azınlık değil, yoksunuz. İstanbul’un bir Türkçesi vardı, evet farklı konuşanlar olurdu ama belirli bir dili, Türkçesi vardı. Bugün dil ve telaffuz tamamen gerilemiş vaziyette. Doğum kâğıdı ile “İstanbullu olmak” olmaz sözleri, bildiğimiz bu gerçeklere rağmen yüreğimi sızlattı. Gün batımı seyrederken bu güzel şehrimize ve adalarına bakmak yine bir şiir yazar gibiydi.