İTO’nun Ücretliler Geçinme Endeksi’ne göre İstanbul'da fiyat artışları son 12 ayda yüzde 94,2 olmuş!
İstanbul'da büyük çaplı bir perakende zincirini yöneten genel müdürün bundan 12 ay önce patronuna şirketinin satış hasılatını yüzde 50 arttırma taahhüdünde bulunduğunu varsayalım. Şimdi yüzde 100 hasılat artışı gerçekleştiğinde, “Patron, bütçeyi ikiye katladık, artık primlerin en âlâsını istiyorum” dese, yerinde olur mu?
Enflasyonun sabit gelirliler üzerindeki tahribatı malum. Devletimiz de bankada mevduatı olan mudilerin enflasyondan değilse de en azından devalüasyondan zarar görmemeleri için elinden geleni ardına koymuyor. Peki, şirket sahipleri, ticaret erbabı, banka hissedarları veya döviz bozdurup TL cinsinden hisse veya bono almış olan yabancı yatırımcılar ne yapmalı?
Cevabımız, herkes kendine uygun bir endeks kullanarak reel hesabını yapmalı, geçmişteki TL ile bugünkü TL’yi karıştırmamalı, olacaktır.
Bir şirket muhasebesini düzgün tuttuğu takdirde, malı aldığı gün ile sattığı gün arasındaki enflasyon zamlarını kar yazacak, bu karlar üzerinden de kurumlar vergisi ödeyecek. Zamanla, fiktif enflasyon karları üzerinden ödenecek vergiler özsermayesini azaltacak; bu sefer de sattığı malı yerine koyamaz ve rekabet edemez duruma gelecek. Hal böyle olunca, eskilerin tabiri ile “alacağına şahin, borcuna karga” olacak. Bu sefer de iş dünyasında bir ahlak erozyonu kaçınılmaz olacak.
Peki yüksek sermaye ve yüksek yatırım yapmış olan firmalar ne yapacak? Esas lokomotif onlar değil mi? Başkasının parası yerine kendi sermayedarlarının parası ile iş yapanlar? Yüksek sermayeleri sayesinde daha yatırımcı ve rekabetçi olmayı umanlar? Halbuki, yüksek enflasyon tam da bu tip şirketlerin hissedarlarını cezalandırıyor. Bankalar, mesela, yüksek kar ediyorlar ama özkaynakları üzerinden yüksek de vergi veriyorlar. Esas olan, özkaynaklarını enflasyona karşı koruduktan sonra üzerine ne kadar kar ettikleri değil midir? Yani özkaynaklarından değil, enflasyon etkisini çıkarttıktan sonra bulunacak kar tutarından vergi vermeleri gerekmez mi? Garanti Bankası’nın ana hissedarı BBVA geçtiğimiz hafta Garanti Bankası’nın 1 Ocak 2022’den itibaren enflasyon muhasebesine geçtiğini açıkladı. Türk vergi sistemi ise enflasyon muhasebesi uygulamasına 1 Ocak 2023’ten itibaren geçecek. Burada bir yıllık gecikmeden çok, enflasyon muhasebesinin görünen neticeyi nasıl farklılaştırabileceğine dair çok canlı bir örnek üzerine odaklanmak gerekiyor. BBVA’nın 28 Haziran tarihli raporuna göre, enflasyon düzeltmesi uyguladıktan sonra Garanti Bankası’nın 2022’nin ilk üç ayında Avro bazında zarar ettiği ifade ediliyor. Oysa, Garanti 2022 ilk çeyrekte enflasyona endeksli tahvilleri sayesinde TL olarak tarihsel kar rekoru kırmıştı.
Enflasyonla gelen optik yanılma sadece yüksek sermaye ile çalışan şirketlerin kar ve zarar tablolarında kalmıyor. Gayrimenkul piyasasında, örneğin, fiyatların “kör yakaladığını...” misali bir yöntemle belirlendiği bir dönemden geçiyoruz. Enflasyondan çok daha yüksek fiyat artışları talep ediliyor. Hatta, bazı gayrimenkullerin değerlerinin ‘dolar bazında’ arttırıldığına da şahit olmaktayız. Dolara endekslemek nereden çıktı? Neden Japon yeni değil? Dolar tüm para birimleri karşısında son bir senede neredeyse yüzde 20 yükseldi. 12 ay önce 1 dolar= 110 yen iken bugün 1 dolar= 135 yen. Gayrimenkul fiyatlarındaki artışın bir kısmı enflasyonu dikkate alma gayretinden, bir kısmı da kafalarda dolara endeksleme olmasından kaynaklanıyor.
Bir tarafta bankadaki TL mevduatını enflasyondan korumak için gayrimenkul avına çıkan tasarruf sahipleri, diğer tarafta “satarsam parayı ne yapacağım iyisi mi fiyata yükleneyim” mantığı ile fiyatlama yapan satıcılar. Üstüne, elindeki dövizle etrafı ucuzlamış zanneden pasaport avcısı yabancı yatırımcılar. Yetmedi, kiralara yüzde 25 zam tavanı. Karmakarışık bir piyasa. Hani gayrimenkulün değerini kira belirliyor idi? Geçiniz... Ne yazıktır ki, Türk Lirası artık piyasaları dengeleyecek bir araç olmaktan hızla uzaklaşıyor. İşin vahameti, ABD doları veya Avro dahi enflasyona yeni düştüklerinden uzun vadeli bir değer ölçüsü ihtiyacımızı artık karşılamıyor.
Öyle bir dönemdeyiz ki ister birey olsun ister şirket, elimizdeki değerlerin veya şirketin performansını geçmişle karşılaştırmak istediğimizde, bugün daha mı iyi bir yerdeyiz, daha mı kötü anlayamıyoruz. Herkes işine geldiği gibi ölçümleme yapıyor. Perakende zincirinin genel müdürü kendini muazzam başarılı görürken, patronu ise bir adım ileri gidemediğini hissediyor.
Bir kuyumcu gelirini ve giderini nasıl altın gramı olarak hesap ediyor ise, biz de günün sonunda kendi endeksimizi yaratıp uzun vadeli reel performansımızı enflasyondan arındırarak ölçmek zorundayız. Ticari faaliyetlerimiz için bağladığımız özkaynağın enflasyon tarafından kemirilmemesi için dikkatli olmalıyız. Türk Lirası cinsinden satış büyümelerinin ‘enflame’ olduğunu hatırlayıp, kar ve zarar hesabını enflasyondan sonra kendi ihtiyacımıza göre ve yıldan yıla değişmeyen ölçeklere göre (kişi, adet, metre, ton, metrekare, litre, metreküp, saat, kilowatt vb.) takip etmeliyiz.
Aksi takdirde, sisli havada pusulasız ve radarsız seyreden gemiler gibi, bir yerde karaya oturmak kaçınılmaz olacaktır.