2016’nın Şubat ayında bu köşede yayımlanan yazımın başlığı “Yeni Normal” idi. O yazıda, o gün için kanıksanan negatif faizler, düşük büyüme, düşük enflasyon, düşük petrol fiyatı ve Ortadoğu’daki politik istikrarsızlıkların devamını öngörmüş, bunun da yeni normali oluşturduğunu yazmıştım.
Büyüklerimiz, başlıktaki ‘her güzelliğin bir bedeli elbet bir gün ödenecektir’ anlamına gelen bu veciz atasözümüzü derc ederken, değişimin hissedileceği süre olarak yaz ve kış mevsimlerini uygun görmüşler. Yani, dün yediğin hurmalar bugün tırmalar dememişler; dış şartların tümü ile değişmesini daha iyi ifade etmek için, yaz ile kış arasındaki tezatı vurgulamışlar.
Finans piyasalarındaki büyük trendler ile küçük dalgalanmaları ayırt edebilmek çok önem taşıyor (İngilizce’de ‘secular’ ve ‘cyclical’ olarak karşılık buluyorlar). Ancak, genellikle bunu trendin içinde iken göremiyorsunuz. Çünkü bazı şeylere alışıyorsunuz, hatta kanıksıyorsunuz. İllaki hiç beklemediğiniz bir olay ortaya çıkınca trendin bittiğini anlayabiliyorsunuz. O nedenle, geriye bakıp analiz etmek daha anlamlı olabiliyor.
Seküler trend olarak, örneğin, 1960 ile 1980 yılları arasında FED faizlerinin yıllık yüzde 3-4 seviyelerinden yüzde 19-20’lere yükseldiğini görüyoruz. 20 yıl! Yazı ile, yirmi yıl! Aralarda ufak dalgalanmalar olsa da faizler uzun süre yükselmiş. Neden? Ana sebep o dönem ABD’deki enflasyon. Nitekim, 1960’larda yüzde 1-2’ler seviyesinde olan yıllık enflasyon 1974’teki OPEC krizi ile yüzde 10-11’lere, 1980’de gelen finans krizi ile de yüzde 11-12’lere çıkmış. Durumun sürdürülemeyeceği belli olunca, dönemin cesur merkez bankacısı Paul Volcker gelmiş, dolar faizlerini zart diye 19-20’lere çekerek enflasyonun dibine kezzap dökmüş. Arada ekonomi de yanmış (küçülmüş) ama enflasyonu kısa sürede düşük tek hanelere indirmeyi başarmış[1].
1980’lerin ortasına doğru ABD enflasyonu yüzde 2’lere düşmüş olsa da 1990’a gelindiğinde tekrar yüzde 5,4 ile yeni bir tepeye ulaşmış. 1990 senesi çok önemli: Bir, Berlin Duvarının yıkıldığı sene; Soğuk Savaş’ın sona erip ABD’nin tek güç olmaya başladığı yıl. İki, Çin’in Dünya Ticaret Örgütüne üye olduğu yıl.
Bugün geriye baktığımızda artık 1990’da başlayan seküler trendin son perdesinde olup olmadığımızı sorgulamamız gerekiyor. O yıldan bugüne, ABD ekonomisi büyük dış açıklar vermek suretiyle küresel likiditeyi, öte yandan, Çin ve uydu ülkeleri ise aşırı yatırım ve ucuz işgücü avantajlarını kullanarak küresel üretimi, kendilerine doğru çekmekteler. ABD ile Çin, neredeyse 30 yıla yakın bir süreyle birbirlerini ekonomik olarak daha iyiye götüren özünde olumlu bir döngünün içinde adeta dans ediyorlar.
Seküler trendler genelde kendini besleyebildikleri için uzun süren trendlerdir. Bu örnekte de bir yanda ABD çektiği sermaye ve ithalat sayesinde kendi halkının toplam refahını yükseltmeyi başarırken, diğer yanda Çin de yüksek büyümesi sayesinde hiçbir devletin tarihte beceremediği kadar kapsamlı bir kalkınmayı gerçekleştirebilmişler. Üretim ucuz ülkelere kaydıkça enflasyon ve faizlerin düşük seyrettiği, yükselen borçların kimseyi endişelendirmediği bir laylaylom döneminden söz ediyoruz.
2008 finans kriziyle balonun patladığını zannetmiş olsak da şimdi görüyoruz ki, o kriz, etkisinin büyüklüğüne rağmen, seküler trendi değiştirecek bir kriz değilmiş. Evet, o kriz küreselleşmenin yol açtığı gelir dağılımındaki bozulma nedeni ile ortaya çıkmış bir kriz idi. O kriz, geliri düşük kalan kesimlerin aşırı likidite ve düşük faiz ortamında borçlanarak (riskli konut kredileri diye okuyun) hayat standardını yükseltme denemesinin pörtlemesi idi. Ancak, dönemin FED Başkanı Bernanke faizleri sıfırlayarak yeni bir ekonomik düzen yaratmadı. Sadece durumu kurtararak mevcut seküler trendin devam etmesini sağladığını bugün daha iyi anlıyoruz.
COID ve Ukrayna savaşı sonrasında, Yeni Normal yazımda bahsettiğim seküler trendin bittiği yerde miyiz sorusunu artık soruyor olmamız gerekiyor. Kendini besleyen bu döngü belki de devam edemeyecek.
Neler değişti? Birincisi, Rusya gibi devasa bir ekonomik ve askeri gücün küresel sistem dışına itilmesinin olağanüstü yüksek bir maliyeti gelecek. Alternatif enerji kaynaklarının devreye alınması uzun yıllar ve yüksek yatırımlar gerektirecek. İkincisi, Çin’in yıllar boyunca sürdürdüğü yüksek hatta ‘aşırı’ yatırım politikasının sonuna geldiği görünüyor. Çin emlak piyasasında patlayan balonun domino etkisinin nerelere varacağı bilinmiyor ama artık eskisi gibi ‘büyüyerek’ sorunların içinden çıkmak umudu zayıflamış durumda. Üçüncü olarak, mikroçip gibi önemli stratejik ürünlerin üçüncü ülkelerde üretilmesinin riskli olduğu, tedarik zincirlerinin bozulabileceği gerçeğinin yeni bir risk olarak algılandığı bir döneme girildi. Malı uzaklarda yaptırıp kendi pazarında satmak ne eskisi kadar kolay ne de eskisi kadar ucuz. Son olarak, politik gerginliklerin, popülizmin, milliyetçiliğin ve silahlanmanın arttığı bir döneme girildi, bunu herkes görüyor.
Politikacılar ve gelişmiş ülkelerin merkez bankaları, kendi halklarının COVID’den daha az etkilenmesi amacıyla bolca hurma dağıtmış durumdalar. Zaten yüksek, çok yüksek olan likidite seviyeleri Çin kaynaklı problemlerin başlattığı tedarik zinciri kesintileri ve Rusya’nın sistem dışına itilmesinin maliyeti ile birleşince anormal bir enflasyon olgusu ile baş başa kalındı.
Şimdi tüm dünya garibim FED Başkanı Powell’in elindeki faiz silahı ile estetik cerrah gibi ince bir iş yapmasını izliyor. Az yükseltse, enflasyonu kontrol altına alamayacak. Yakında işçi ücretlerinde ciddi artışlar göreceğiz. Doların değer kazanması eski döngüye bir miktar yardımcı olsa da yetmeyebilir. Fazla yükseltse, 30 yıldır sürdürülen refah döngüsünü kıran Başkan olacak. Ekonomiler gümbür gümbür resesyona girecek, borç krizi sarmalından konut krizine domino etkisinin nasıl durdurulabileceği belli değil.
Adamcağız, özgün atasözümüzü yanlış çıkartmak için bir hayli terliyor olsa da tırmalama dönemine girmiş bulunuyoruz. Görünen o ki, winter is coming…
[1] Küçük bir uyarı notu, ABD örneğinden yola çıkarak faizler ani olarak artırılır ise enflasyon düşer şeklinde bir çıkarım yapmak hatalı olabilir, çünkü ABD ekonomisi dünyadaki rezerv paranın 2/3’ünü temsil ettiğinden, kendine özgün dinamikleri olan bir ekonomi olarak kabul etmek gerekir.