Tıp öğrencisi Seyfettin’in (Yazgan) 16 Ocak 1935’te teşrih (anatomi) atlasının en arka sayfasına yazdığı başlıktaki cümlenin altına imza atmayacak kaç eski ve yeni tıp öğrencisi vardır? Seyfettin’in bu notuna kendisi de şaşırmamıştı; anlattığına göre babası Nafiz de teşrih (anatomi) dersinin ‘bitirdiklerinden’di; hesaba göre o da anatomi dersini 1902’de okumuş, o yıl bu ders yüzünden ‘bitmiş’ olmalıydı. Oğlunu okulun ve derslerin zorluğu hakkında uyarmış, ama İzmir’den İstanbul’a tıp okumaya uğurlarken hiç de üzülmemişti. Nafiz (dedem), oğlu (amcam) Seyfettin’i tıp fakültesine uğurladıktan neredeyse 40 yıl sonra bu sefer ben kendisine doktor olma niyetimi söylediğimde, “Zor mektep, zor meslek, ama kararın bahtiyar etti beni” diyerek yüreklendirmişti. Ne var ki, tıp fakültesine gireceğim sene ömrü bitti.
Yıllar içinde doktorların mesleklerine bakışı değişti. Okullardaki büyük sınıfların küçük sınıflara kendileri de pek inanmadan ama adeta eziyet olsun diye söylemeyi adet edindiği ‘bittiniz oğlum siz, buraya gelinir mi hiç?’ tipi, ‘Harvard da çok bozuldu (bizden sonra)’ havasındaki sözleri kast etmiyorum. O hep olmuştu. Ama giderek değişen bir ruh hali yıllar içinde oluştu.
Zorakilikler, baskılar ve yıldırma politikalarından söz etmem gerekir mi, 12 Eylülcülerin ilk hedeflerinden birisi hekimlerdi. General Evren miting meydanlarında hekimleri yuhalatıyor, bayrağın ucundan tutmayan ‘paracı doktorlara’ atıp tutuyor, mecburi hizmet adıyla bilinen tıp fakültesi sonrasında devletin gösterdiği yerde zorunlu çalışma uygulamasını getiriyordu. Mecburi hizmetin hekimlerinin çalışma koşulları ve halkın sağlık hizmeti alma hakkı ile ilişkisi hakkında son 40 yıl içinde değişik zamanlarda yazıp çizdim. Hekimlere yapılan ‘zorlama’lar ülkemizdeki ‘zor’a dayalı yönetim anlayışının normlarının da üstünde seyretmiştir, deyip kapatayım.
Bütün bu olumsuzluklara rağmen ‘çocuğum doktor, mühendis olsun’ diyen ailelerin sayısı bir türlü azalmak bilmedi. 90’larda kısa bir süre tercih listelerindeki yeri titreyen tıp tekrar listenin tepesindeki yerini aldı. Tıp talipleri artarken tıp mezunlarının keyfi de giderek daha çok kaçtı. Hekimler arasında ‘mesleki tatminsizlik’ laf olsun diye telaffuz edilmiyordu. Bilgisini ve becerisini özgürce ve kendi vicdanının kılavuzluğunda insan sağlığı için kullanmak olarak tanımlayabileceğimiz tıbbi mesleki deneyim yolları tıkanmaktaydı. Eğitimin ya da mesleğin zorluğu Dr. Nafiz’in Dr. Seyfettin’e anlattığındakinden farklı değildi. Baskıcı yöneticiler, gündelik yaşam zorlukları, bitmek bilmeyen nöbetler ve hastalık ve ölüm ile iç içe bir mesleki hayat hekimlikte hep vardı; ama hayatı hep bu kadar berbat edici miydi?
‘Çalışma hevesinin kaçması, anlamsızlık ve karamsarlık duyguları ve kişisel başarmışlık duygusunun zayıflığı’ giderek yaygınlaştı. Türkçe’de mesleki tükenmişlik olarak adlandırılan ‘burn out’ 36 saat aralıksız çalışan, bu çalışmanın son saatinde hasta yakını tarafından siyasi yöneticilerin alkışları ve teşvikleriyle bıçaklanan, öldürülen hekimler için fazla Amerikanvari bir terim kaçabilir. Havalı ve seçkin bir meslek seçtiğini düşünürken bir çeşit ayrıcalıklı proleter rolüne sıkışmanın getirdiği ‘özgüven kırılması’ gibi açıklamalar ortaya atılabilir. Hekimlik mesleğinden emekli olduğunda “bari huzurevinde yaşayabilecek kadar bir gelirim olsaydı” diyen binlerce kişiyi gören genç hekimin aklına kendisinin yaşlanabileceği o an hiç gelmese de zihninin bir köşesindeki gelecek tasavvurunda sebebini bilmediği bir çaresizlik ve şimdiden yalnızlık hissi gelişir. Emeklilik ne kelime, daha yakın bir gelecekten bile ne bekleyeceğini bilemedikçe bugüne hırslanır.
Asık suratlı, kibirli ya da empatisiz-düşüncesiz- bulduğumuz doktorlardan şikayet ettiğimizde belki de geleceksizlik olasılığının korkuttuğu, beklediğini bulamadığı ve hak ettiğini alamadığı düşüncesinin öfkelendirdiği, öfkesinin ve korkusunun davranışlarını o ‘an’ı kurtarmaya, başından savmaya odakladığı insanlarla karşı karşıya kaldığımızı akla getirmeliyiz. Elbette, bu hastaların hekimleri ‘idare etmesi’ gerektiği anlamına gelmez, ancak hırpalanmış bir meslek grubunun durumunun bir ücret ya da prestij meselesine indirgenmemesi gerekir. Eğer aynı gemide olma metaforundan bıkmadıysanız, hasta ile hekimin (sağlık çalışanlarının) tam da aynı gemide olduklarını söyleyebiliriz. Geminin kaptanı olmadıkları da kesindir.
Bu ruh durumunun hekimlere ya da ülkemize özgü olmadığını söylemek mümkün. Örneğin, ABD’de çalışan hekimlerle pandemi öncesinde yapılan bir MedScape anketinde yüzde 46 ‘bitmiş ve tükenmiş’. Mesleki geleceklerini göremediklerinden, aşırı çalışma şartlarından, giderek (House benzeri dizilerde fantezi olarak yaşanan) kişisel etki yetilerini kaybettikleri ve modernleştikçe mekanikleşen bir tıptan şikayetçiler. Özellikle ‘cephe’deki (acil, yoğun bakım) hekimlerin tükenmişliği yüzde 60’lara yaklaşıyor… Eğitime tekrar dönebilseniz dendiğinde çok kişi ‘tıp’ diyor. ‘Nasıl yani?’, ‘yine tıp ama başka bir branşta’ (özellikle iç hastalıkları ve aile hekimleri)… Dermatolog, psikiyatr ve patologlar arasındaki tükenmişlik ise yüzde 35 civarında. Pandemi dönemi bu oranları neredeyse 1,5 misline çıkarttı. Kısa süreli bir alkış, ‘kahramanlar’ vb dönemi sonrasında eskiye dönüldü. Pandemi dönemindeki takdirler de sınırlıydı, bir yandan olan biteni hatırlayın. Birçok toplu yaşam yerinde (apartmanlar, siteler) hekimlerin, hemşirelerin eve gelmemesi, asansörlere binmemesi gerektiği üzerine ciddi tartışmalar ve çatışmalar oldu.
Maske takmanın, aşının keşfinin ve uygulanmasının, tırmanan (ülkemizde yüzbinlerle) ölüm sayısının önüne geçmek için gösterilen çabanın (karantina uygulamaları gibi) ve bu sebeplerle aksayan sosyal ve iş hayatının faturası bilime, bilimin gündelik hayatımızda cisimleşmiş hali sayılan hekimlere çıktı. Salgına karşı bilimsel gelişmeleri duyuran, bilim dünyasının görüşlerini dile getiren hekimlerin canına kastedildiğinde buna gerekçe uyduranlar arasında okumuş yazmışlar da çokçaydı. Burada salgın inkârcılığına ve onunla gelen iddialara girmek istemiyorum, ama salgın ve aşılar hakkındaki komplo teorisyenlerinin ve siyasetinin uluslararası bir resmini Işın Eliçin’in yazısında bulabilirsiniz. (https://medyascope.tv/2022/08/06/isin-elicin-yazdi-asi-karsitlari-nasil-makbul-vatandas-oldu-yeni-bir-uluslararasi-tarikat/ )
***
Şu anda amfilere sığdırılamayacak sayıda öğrenciyle tıka basa doldurulmuş tıp fakültelerinde ve yüksek standartta tıp eğitimi yapabilecek niteliklere sahip olmadığı halde fakülteleştirilmiş sağlık kurumlarında gelişmeye çalışan genç hekim adayları bu yazıyı okurlarsa, morallerini bozmasınlar. Tıp fakültesine gelenler moral bozucu, ölüm ile hayat arasındaki gitgellerin en yoğun olduğu çalışma alanlarından belki de birincisinde çalışmaya hazırlanmak üzere oraya geldiklerini bilirler. Severek, isteyerek kendilerini tüketmek ya da bitirmek ile ilgili bir dertleri pek azdır. Seyfi amcamın, Nafiz dedemin ve on binlerce hekimin yaptığı gibi teşrih’in (ve mesleki gelişimlerinin gereklerinin) kendilerini ‘bitirmesi’ne rıza gösterecek, bunu bir hayat tarzı haline getirmekte sorun görmeyeceklerdir. Ancak, onları tüketip bitirerek politika yapacaklara da ruhlarını teslim etmeyecekler, kendilerini ‘bitirtmeyecekler’dir. Bu sadece bir dilek değil, mesleğimizin doğasının ağır basmasıyla gerçekleşebilecek bir ‘öngörü’.
Tıp öğrencisi Seyfettin’in (Yazgan) 16 Ocak 1935’te teşrih (anatomi) atlasının en arka sayfasına düştüğü bu notun altına imza atmayacak kaç eski ve yeni tıp öğrencisi vardır? Aynı anatomi atlasını 40 yıl sonra kendi tıp eğitiminde kullanan bu sayfanın yazarı kendisini zor tutmuştu. Günümüzde ise hekimleri ‘bitiren’ anatomi dersi değil, tüketici ve ruh emici bir sağlık yapılanması ile birlikte gelen değersizleşme ve hedef gösterilme.