Hepinizin ezbere bildiği adalarımızdan bahsedeceğim: yanı malumunuz ve çoğunluğunuzun yaşadığı 4 adadan yani Proti (Kınalıada), Antigoni (Burgaz Adası), Halki (Heybeliada) ve Prinkipo (Büyükada).
Asırlar boyunca, Rum halkı tarafından bu isimlerle anıldı hatta aşağıdaki tekerleme de sık sık tekrarlanırdı:
Proti, protissa (Önde gelen daima öncülük yapar)
Antigoni, kleptissa (Antigone, hırsız)
Halki, putanario (niye böyle anıldığını bilemiyorum)
Prinkipo, leventisa (cesurların ocağıdır).
Başlığa ve resme bakıp adalarımızın prenslere layık bir yer telakki edildiğinden böyle bir sıfatla anıldığını sanmanız normaldir. Nitekim Adalar hakkında Gustave Schlumberger1 1884 yılında yayınladığı ünlü eserine şöyle başlar:
“Napoli şehri Capri ve Ischia adaları ile övünür, Konstantinopolis halkı ise en az Napolililer kadar Prens Adaları ile gururlanırlar. Oraları istirahat zevki-u sefanın hâkim olduğu büyüleyici mekânlardır…”
Ama hiç de sandığınız gibi değil.
Prens Adaları denmesinin sebebi, o adaların Bizans İmparatorluğu zamanında ünlü imparator, prens, prenses, kraliçe ve devlet büyüklerinin sürgün yeri ve çok kere katledildikleri mekânlar olmasındandır.
Çarpıcı bir örnekle başlayalım:
İki gün sonra Malazgirt Zaferinin 951. yılını kutlayacağız. Bu savaşın yeri seyri neticesi ve Anadolu’da Türk varlığının başlaması ile ilgili konuları hepimiz ilkokuldan beri okuduk öğrendik. Yine bildiğiniz gibi Bizans ordularının başında İmparator Romen Diyojen bulunuyordu.
Alpaslan, savaşta yenilen İmparator Romen Diyojen’i kendi çadırına davet eder. Ona gerekli hürmeti gösterir. Büyük bir fidye karşılığında onun Konstantinopolis’e gitmesine razı olur.
Ancak Alpaslan, İmparatoru bir süre daha yanında tutmak istemektedir. Başkentte onu bekleyen tehlikeleri hissetmiş gibidir. Ancak Romen Diyojen’i ikna edemez.
Nitekim, daha dönüş yolundayken Bizans’ta saray darbesi olmuş, savaşa katılan generallerden biri kendini imparator ilan etmişti.
Romen Diyojen haberi alınca taraftar toplar; rakiplerine karşı savaşmaya başlar. Ancak Kapadokya civarında yenilir ve tutuklanır. Yeni imparator onu öldürmeyeceğine söz vermesine rağmen derhal Kınalıada’ya gönderilir. Orada gözlerine mil çekilerek kör edilir. Yaralarına dayanmayan İmparator kısa zaman sonra vefat eder. Eşi -güzelliğiyle ünlü- Eudoxia’nın ricasını kırmayan yöneticiler onu bir devlet töreniyle gömer.
Mezarı Kınalıada’nın tepesindeki manastırın önündedir.
Tahmin edeceğiniz gibi öncesi ve sonrasında aynı adada birçok benzer trajediler yaşanmıştır… Sizi isimler ve feci olaylarla sıkmak istemem…
Gelelim Burgaz’a… Eski ismi Antigone dahi hemen akla Sofokles’in ünlü trajedisinde dile getirdiği mitolojideki Ödipüs’ün kızının dramını akla getiriyor2. Ancak Gustave Schlumberger’e göre adaya bu isim Büyük İskender’in ünlü generallerinden Antigones’e izafeten verilmiştir.
Peki, “kleptissa” hırsız, lakabı nereden çıktı? Hemen size Kalpazankaya’yı hatırlatayım… Bu şahane ve kuytu koyda, vakti zamanında o yörelerde fiilen kalpazanlar yaşar ve sahte para basarlarmış… Eh, kalpazanların cirit attığı yerlerde hırsızların da bulunmasını normal karşılayabiliriz…
Ama tüm bunları unutun. Bizler ve gelecekteki nesiller Burgaz’ı, Sait Faik Abasıyanık’ın penceresinden bakarak yazdığı muhteşem hikâyeleri ve şiirleri ile anımsayacağız.
Heybeliada’ya Halki ismi oralarda bolca çıkarılan bakır madenine istinaden verilmiştir. (Eski Yunancada bakıra ‘chalcos’ denirdi.) Halki ismi günümüzde adadaki meşhur Halki Palas Oteli ile anımsanmaya devam etmektedir. 1850 yıllarında inşa edilen otelin 1 Mayıs’tan itibaren hizmetine ara verildiği söyleniyor.
Heybeliada derken aklıma önce ünlü mukimi ve yazarımız Hüseyin Rahmi Gürpınar ve lise yıllarında okuduğum ‘Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç’ romanı gelir. Ayrıca çok tanınmış müzisyen Erköse Kardeşleri hatırlamamak mümkün mü?
Kulunuz hala Yesari Asım Arsoy’un3 adadaki heykeli altında kazınmış şarkıyı sık sık mırıldanır ve Münir Nurettin Selçuk’un sesinden dinlemeye bayılır: “Biz Heybeli’de her gece mehtaba çıkardık.” Ayrıca “Ada sahillerinde bekliyorum” şarkısını da tavsiye ederim.
Büyükada’nın vasfını beyan etmeye lüzum var mı?
İlginçtir 1884 yılında bile Gustave Schlumberger adamızı “Turistlerin ana hedefi” olarak tarif ediyor. Aynen bugünkü gibi her milletten insanları görüyor. İskeledeki kafelerin doluluğuna şaşıyor. Adanın her köşesinin güzelliğini öve öve bitiremiyor.
Tabiatıyla hemen ardından Bizans tarihine dönüyor, burada da işlenen cinayetleri yaşanan insanî faciaları sıralıyor; ancak artık onun da pek umurunda değil sanki.
Tabiat onu da büyülemiş.
Bizim ilave edeceğimiz pek bir şey de yok. Reşat Nuri Güntekin’i, belli bir süre oturduğu evi ve onun şahane romanlarını bu vesile ile hatırlayalım.
En başa dönelim. Adalarımızla övünelim ve bilhassa, bilhassa onları korumak için elimizden geleni ardına koymayalım.
Yerli ve yabancı turistlere de hep hoş geldiniz diyelim. Adalarımızın zevkini çıkarsınlar. Ama onları da çok dikkatli davranmaya davet edelim ve misafirlerimizi tabiatımızı korumaya iştirak için uyaralım.
---
1 Gustave Schlumberger (1844-1929): Fransız tarihçisi… 1884 yılında basılmış “Les Îles des Princes” adlı eseri.
2 Sofokles’in bu eseri MÖ 442 (neredeyse 2500 sene olacak) yılında oynanmıştır. Ünlü düşünürün günümüze kadar gelen yedi eserinden biridir.
3 Yesari Asım Arsoy (1896-1992): Cumhuriyet tarihinin en ünlü bestekârlarındadır… 250’ye yakın eseri olduğu tahmin edilmektedir. 1991 yılında devlet sanatçısı unvanını almıştır.