Yaz ayları fazlasıyla uyarana maruz kaldığımız ve kendimizi göz önüne sürdüğümüz zamanlar. Sürekli iç içe ve iletişimde olunan, fotoğraflara gülümsenen, hiçbir akşamın boş geçmesine razı olmadığımız telaşlı, verimli, heyecanlı zamanlar… Hafızalarda tatlı bir fasiküle dönüşmesi için yaz döneminin tatminkar geçmesi önemli… Deneyimlerin içeriğinden çok beyinde derlenecek özet önemli… Sadece yaz için değil, genel olarak bütün aksiyonlarımızı belleğimize kazırken özetlemelere gidiyoruz.
Özetlerle hafızayı kompartmanlamak iyi bir fikir olabilir, ancak burada bir risk var: Sonlara doğru oluşan nahoş bir deneyim, bütün hafızayı allak bullak edebilir ve aslında mutlu geçtiği düşünülen geçmişi değersizleştirebilir. Müthiş bir senfoninin final sekansında orkestra şefinin tökezlemesi ve eserin kötü sonlanması gibi… Federer’in kariyerinin son dönemecinde fena bir yenilgi alması gibi… doyurucu bir birlikteliğin keyifsizce sonlanması gibi…
Veya tam tersini söylemek de mümkün… Örneğin bir ilişkinin yıllar içinde iletişimsiz, hüsranlı anlamsız ve bir incir çekirdeğini dolduramayacak kadar sıkıcı sohbetlerle geçmiş olması, beraber kalmayı başarmakla taçlanması sayesinde yekünde insana “Aslında o kadar da fena geçmemiş o yıllar” dedirtebilir. Bu tatminkâr bir sonuçtur. Ve hatta “Ne kadar mutluyuz siz beceremeyenler!” kibirlenmesine yol açabilir.
Buradan yola çıkarak, psikolog Daniel Kahneman’ın bir çıkarımından bahsetmek isterim: İnsanların mutlu olmak gibi bir dertleri yok. Onlar yaşamlarını tatminkâr bulmak istiyor. Ve deneyimlerin nasıl sonlandığına o kadar büyük önem atfediyor ki bunu deneyimin tamamı yerine koyuyor.
Bunun nedeni iki tür bellekten asıl önemli olanını yeteri kadar çalıştırmamamız. Önce bellek türlerini açıklıyor: Deneyimleyen bellek ve hatırlayan bellek. Deneyimleyen bellek, şu anda ne kadar da haz alıyorum diyebilir veya şu anda içinden geçtiğim süreç epey sancılı ayrımını yapabilir. Asıl önemli olan bellek çeşidi budur, ancak yeteri kadar çalıştırılan bir bellek olmadığı için Kahneman deneyimlerin tatminkâr olup olmamasındaki rolünün minik kaldığını iddia ediyor. ‘Farkındalık’ adı altında önümüze sürülen bütün laf salataları aslında deneyimleyen bellek kasını çalıştırmakla anlam kazanabilir.
Diğer bellek çeşidi ise hatırlayan bellek: Kendi doğrusunu tek doğru gibi göstermeyi sever. Ve zorbadır. Her şey olup bittikten sonra deneyimin bütün olarak nasıl fasikülleneceğine karar verir. Geçmişi, geleceği, her şeyi belirler… Örneğin hatırlayan bellek üç günlük bir delidolu seyahatin bütün çılgınlıklarını kahkahalarını elinin tersi ile itip, dönüş yolculuğundaki aksaklıkları, uzayan rötarları, havalimanındaki nahoş sürünme saatlerini hatırlamaya muktedirdir. Bitiş noktası beynimizde anı olarak depolanır. Bir de zirve noktası depolanır, bu ikisinin ortalaması genele yansıtılır.
Halbuki herkesin bildiği, fakat adı konmamış bir kural vardır: En çok sıradan anlarımızı özleriz. Hele ki onları farkına vararak ve deneyimleyen belleğimizle olgunlaştırmışsak… Tatminkâr olması için ultra özen gösterdiğimiz yaşamlarımızda sonların nasıl olduğu önemsizdir, asıl önemli olan bütün senfoninin nasıl bir huşu bıraktığıdır… O yüzden son iyi de olsa kötü de olsa çok önem atfetmemek gerek… Bunu bir övünç veya hüsran kaynağı olarak görmek belleğin bize kötü bir oyunudur…