Çocuktum. Başta televizyon olmak üzere, bugün kullandığımız birçok teknolojik aygıt henüz hayatımıza girmemişti. Komşular, arkadaşlarla olan ilişkiler önemli bir parçasıydı yaşantımızın. O buluşmalar içerisinde, yaşlılar arasında geçen konuşmaları hiç unutmuyorum. İkinci Dünya savaşı döneminde yaşamış bu insanlar, aradan geçen yıllara karşın, hâlâ kaygılarını koruduklarını, kimi alışkanlıklar geliştirdiklerini görüyordum. Bunlardan biri de şeker, un, pirinç gibi kimi temel gıda maddelerinden önemli birer stoku, kendi diktikleri özel bez torbalarda sürekli olarak saklama çabalarıydı. Yaşadıkları o uzun yoksunluk yılları onlarda öyle bir korku yaratmış ki, karınlarını doyuracak bu gıdaları, hiç değilse bir süre eksiltmeden ellerinin altında tutmak gereksinimini duymuşlar.
İtiraf etmeye bile zorlandıkları bu davranışlarıyla, kim bilir kendilerini nasıl bir güvencede hissediyorlardı. O çocuk yaşımda anlatılanlara, doğrusu bir anlam veremiyordum; ancak daha ileride, okuduklarımla bilgilenmeye, o insanlarla duygudaşlık kurmaya çalışmıştım. Aslında gerçek olan şu: Genelde bir yaşanmışlık olmadığı sürece, birilerinin başından geçmiş bir olayı, sıradan bir öykü gibi hiç etkilenmeden dinliyoruz.
İtalyan şair ve siyasetçi Dante Alighieri için anlatılır:
Bir karnaval günü patronu olan Medici, kılık değiştirerek kalabalık içinde Dante’yi arıyor, bir türlü bulamıyormuş. Bir süre sonra yardımcılarını çağırarak, çevrelerindeki insanlara “İyiliğin ne olduğunu kim bilebilir?” diye sormalarını istemiş. İçlerinden yalnızca biri, şu bilgece yanıtı vermiş: “Kötülüğün ne olduğunu bilen!” Bu yanıt üzerine o kişinin Dante olduğunu anlamışlar.
Düşünelim: Gerçekten de hiç yaşamadığımız bir şeyi ne kadar bilebiliriz? Varsıl olan yoksulu, mutlu olan mutsuzu, tok olan açı, özgür olan tutsağı, sağlıklı olan sağlıksız bir insanı ne kadar anlayabilir? Elbette ki ona sevecenlik gösterebilir, anlamak için elinden geleni yapabilir; ama onun yerinde olmadığı sürece, bu yalnızca duygusal ve düşünsel bir yakınlaşma çabası olacaktır. Oysaki benzer koşullar içinde bulunmuş, aynı duyguları yaşamış bir insanın yaklaşımı, mutlaka önemli bir farklılık gösterecektir. En azından onunla bir duygudaşlık kurmakta zorlanmayacaktır.
Sözümün başında anlattığım yaşlıların savaş sırasındaki yoksunluklarını, ancak benzer bir deneyimi yaşamış olanlar anlayabilir. Nitekim Nazi kamplarından kurtulabilmiş insanlardan birçoğu, yıllar boyunca bu yaşadıklarını anlatmaktan kaçınmışlardır. Anımsamak istememelerinden mi, inandıramama kaygısından mı, kim bilir. İçlerinden yalnızca birkaçının bunları kaleme almasıyla, insanlık tarihinin en büyük kıyımının farkına varılmış oldu. Bunları düşününce Dante’nin yanıtı sanırım anlamını bulmuş oluyor. Öyle ki kötülüğün ne olduğunu bilen, iyiliğin değerini daha iyi anlıyor. Tüm yitirdiğimiz değerlerde olduğu gibi…
Örnekleri çoğaltmanın hiç gereği yok. İçinde bulunduğumuz bu Pandemi döneminde, yeryüzünün her coğrafyasında yaşananlar, bir kuşak sonra kim bilir nasıl anlatılacak, dinleyenlerin yaklaşımı ne olacaktır?
Dileyelim ki hiçbirimiz, hiçbir olumsuzlukla karşılaşmayalım; ama hayatın gerçeklerinden de kaçınamıyoruz. Onların en önemlilerinden biri de yaşadığımız karşıtlıklar!