Başlığı görür görmez hemen irkildiğinizin farkındayım. Herhalde size, geçmişte yaşanan ve tüm azınlıklara yönelik kanunsuz ve ahlaksız baskıları anımsattı. O tarihlerdekiyazılardan toplu bir örneği de başlığa aldım. Maksadım tekrar eski yaraları deşmek değil. Değişik bir açıdan konuyu inceleyip görüşlerimi paylaşmak isterim.
Sizin de dikkatinizi çektiği gibi son günlerde konu her bakımdan çok daha vahim bir hal almaktadır. Bu yüzden beş yıl evvelki yazımı -hemen hemen-kopya edip dikkatinize sunuyorum.
***
Önce bir hatıramı nakledeyim.
Uzun yıllar önce vapurla Kadıköy’e gidiyordum. Arka terasta yer bulmuştum. Tam karşımda iki genç kız Fransızca konuşmaktaydılar. Duyabildiğim kadarıyla sanki o gün gördükleri dersi tekrarlıyorlardı. Sağımda, biraz ilerde oturan düzgün kılıklı diyebileceğim bir yolcu, aniden kalktı ve kızlara doğru yönelerek, sert bir sesle “Vatandaş Türkçe konuş” diye bağırdı. Kızlar donakalmışlardı. Daha ağızlarını açmaya vakit bulamamışlardı ki, tam arkalarında oturan bir subay hızla ayaklanarak doğrudan o kişinin üstüne yürüdü, yakasına yapıştı ve iyice silkeleyerek “Ulan!” dedi, “Benim kızlarımı sen nasıl azarlarsın! Bunların bir lisan öğrenmeleri için ne kadar fedakârlık yaptığımı biliyor musun? Çek git buradan!” Adam neye uğradığını şaşırmış, korkudan beti benzi atmış bir halde, hızla arkasına bakmadan uzaklaştı.
Zamanlar değişti. Artık herkes yabancı dil bilmenin önemini kavramış vaziyette. Farkında olduğunuz gibi etrafımızda dünyanın bütün dilleri konuşuluyor.
Araya bir fıkra sokuşturayım: Esnaf Moşon ile eşi Raşel doktora giderler. Dertlerini anlatırlar. Doktor reçetesine bir fitil yazar ve “Efendim bunu gece yatmadan evvel anal yoldan alacaksınız” diye ikazda bulunur. Her ikisi de kafa sallayarak çıkarlar, eczaneden ilaçlarını aldıktan sonra eve dönerler.
İlaç alma vakti gelmiştir. Moşon ilacı eline alır ve eşine “Raşel, bunu anal yoldan alacakmışım; bu ne demek?” diye sorar. Raşel, “Bilmiyorum” diye cevap verir. “İyisi mi sen doktora sor.”
Moşon telefon eder, aynı suali doktora sorar: Doktor, “Efendim anüsünüzden alacaksınız” der ve telefonu kapatır. Moşon tereddüttedir. Anlamamıştır. Bir süre geçtikten sonra tekrar doktoru arar aynı suali sorar. Doktor biraz sinirlenmiştir ama yine nazikçe “Efendim makat yoluyla kullanacaksınız” diye izah eder. Ancak Moşon bu kelimeyi de bilmemektedir. Doktoru bir daha aramaktan çekinmektedir. Ama ağrısı gittikçe artmaktadır. Tüm cesaretini toplar, doktora yeniden telefon açar ne yapacağını sorar. Doktor artık dayanamaz ve “Bu ilacı al ve k…na sok! Tamam mı?” diye bağırır ve telefonu yüzüne çarpar. Raşel, kocasına sorar, “Ne oldu Moşon, ne dedi?”
“Hiç, sadece bana çok kızdı ama ilacı nasıl alacağımı söylemedi.”
Günümüzde bizler Türkçe konuşuyor muyuz, yoksa dilimiz, Arapça, Farsça, Latince, İngilizce, Fransızca kelimelerin yoğunlukla yer almaya başladığı bir lisan haline mi dönüşüyor? Çok yakında birbirimizle sağlıklı bir iletişim kurmakta zorlanabilir miyiz?
Tıp sahasında artık yapacak bir şey yok gibi duruyor.
Diğer alanlarda da aynı süreci görür gibiyiz. Gün geçmiyor ki tüm yayın ve iletişim araçlarında yepyeni batılı yabancı kelimelerden türetilmiş sözcükler görmeyelim.
İktisadi ve içtimai (sosyal) yaşamımızda İngilizce ve Fransızca kelimelerin çok kere, esas anlamları dışında, çarptırılarak kullanılmasını maalesef sıkça görüyoruz!
Hele internet, Twitter, Facebook, WhatsApp, Periscope, Instagram, vs.’nin hâkimiyetini kurduğu bir ortamda bazı konuşmaları anlamak için tüm dikkatimizi vermek gerekiyor.
Batı’nın etkisi altındayız bu bir gerçek. Peki, Doğu’dan gelen esintilere ne demeli? Ülkemizde halen, verilen rakamlara göre dört milyona yakın Arap ve bir milyondan fazla İranlı yaşıyor. Her iki milletin lisanları en az batılılarınki kadar zengin. Çok yakın bir zamanda (tıpkı Osmanlı döneminde olduğu gibi) onlardan da etkileneceğimizi kuvvetle tahmin ediyorum.
Sonuçta ve naçizane kanaatime göre, Türk Dil Kurumuna çok büyük görevler düşmekte. 1932 yılında belirledikleri ‘Türk dilinin öz güzelliğini ve varlığını ortaya çıkarmak’ hedefine varabilmek için sürdürdükleri ciddi çalışmaları daha da yoğunlaştırmalılar.
Ancak her şeyi de TDK’dan beklememek lazım: 1932 tarihli bildiride işaret edildiği gibi ‘Kadın - erkek her Türk yurttaşı Türk Dili Cemiyetinin üyesidir.’ Dolayısıyla, bu duyarlılığı göstermeliyiz.
Dilin canlı bir varlık olduğunu unutmuyorum. En hayati önemi, bir toplumun -en geniş manasıyla- bilgi, görenek ve gelenek birikimini geçmişten geleceğe taşımasıdır.
Bu ilkeyi göz önünde bulundurarak, ilk aklıma gelen, televizyonlarda karşımıza çıkan, haber, yorum ve açık oturumların sunucu ve katılımcılarına, metinlerini daha dikkatli hazırlamalarının önerilmesidir. Konuşmacıların da aynı hassasiyeti göstererek, çok elzem olmadıkça anlaşılması zor yabancı kökenli kelime ve deyimleri kullanmamaları gerekir.
Yazımın başlığını da şöyle değiştirelim: ‘Vatandaş anlaşılır Türkçe konuş!’
Sözlerimi, 8. sınıfta iken bize gerçek anlamda Türkçeyi öğreten ve sevdiren hocamız rahmetli Haydar Ediskun’u hürmet ve minnetle anarak bitiriyorum.