Hayattaki yerimizin ne olacağı sorusu artık yerini hayatta bir yerimizin olup olmayacağı sorusuna bırakmış gözüküyor.
Ruh sağlığı krizi önce pandemiyle başlayan sonra finansal ve politik alana yayılan ana krizin üçüncü evresi. Kendi başına bağımsız bir problem değil, ruh sağlığı bozuklukları insanların kendilerinin beceriksizlikleri ya da olgunlaşmamışlıkları nedeniyle de olmuyor. Toplumsal değişikliklerin önemli bölümünün kontrolsüz dalgalar şeklinde gelmesiyle beraber kendi kontrolünü nasıl sağlayacağını bilemeyen insanların ruh halinin sürekli alarm vermesi ne kadar anormal sayılmalı? Dünya Ruh Sağlığı günü ve haftasında bu konuyu bir kez daha gündeme getirmek istiyorum.
Başını gökyüzüne kaldırıp geleceğe ilişkin hayal kurabilen gençlerin sayısı giderek azalıyor. Gencin hayal kurabilmesi önemli ölçüde kendisini ‘bekleyen’ bir gelecek fikriyle ilişkili. Genç, böyle bir geleceğin olup olmadığından kuşkuya düştüğü anda, hayal kurma kapasitesi adeta kendiliğinden kapanan bir zihinsel devre gibi duraklıyor. O zaman geleceğe dönük hayal kurma yerine geçmişe dönük bir hayal üretme ön plana geçiyor. Bu kişisel hayatlarımızda olan cinsten bir sıkışmışlıkta olduğu gibi, toplum düzeyinde ‘yanlış hatırlanan’ mamul bir geçmişle geleceksizliğimizin üzüntüsünü avutabiliyoruz. Gelecek ile ilgili hayallerimiz ise başka bireylerin, ‘meşhurların’, YouTube ya da survivor karakterlerinin, futbol yıldızlarının hayatlarının ne olacağını dert etmekten ibaret kalabiliyor. Hayal kurmak ile rüya görmek birbirine karışıyor; “Hayallerinin peşinde koş” deyişiyle gerçeği yadsımak, riskleri azımsamak, sahte iyimserlikler tasarlamak ve mucizeler ile değişecek bir hayatı düşlemek kastediliyor. Hayal kırıklıklarından kaçalım diye peşinde koştuğumuz hayaller ise üzerimize devrilen birer sahne dekoru oluyor. Bu genel sevimsiz tablonun içinde gençlerin ruh sağlığının bir krize girmiş olmasına şaşırmıyoruz elbette; ama birbirimizin elinden tutabilmek için ne yapacağımızı düşünmemiz gerekiyor.
Kriz var
Ruhsal yapımızın işleyişinin içinde olduğumuz sosyal, ekonomik ve ekolojik buhranın etkilerinden soyutlanabilir bir yanı olmadığı aşikar; ama buhranın verdiği umutsuzluk ve karamsarlıkla meselelerin içinden çıkış aralıklarını, çatlaktan sızan ışıkları da gözden kaçırmamak gerektiğine inanıyorum.
Gençlik ile ‘ruhsal özellikleri ve sorunları’ dediğimizde kendimizi içinde bulduğumuz her bir bağlama göre farklı şeyler söylemek mümkün. Örneğin, gündelik sosyal anket çalışmalarında ve plaza İK terminolojisinde ’Z kuşağı’ olarak adlandırılan kabaca 30 yaş altındaki gençlerin önceki kuşaktakilerle farkları ve çelişkilerinden ‘büyük istifa dalgası’na oradan da ‘işler arasında oradan oraya hoplama zıplama’ya uzanan daha global meselelerin ülkemize yansımaları ele alınmaya değer (bugün değil). Eldeki veriler daha ziyade orta ve üstü sınıflara özgü grupları açıklayıcı gözükse de bu kesimin davranış özelliklerinin daha geniş kitlelerle geçişliliği yüksek olduğu izlenimindeyim.
Çok daha geniş ölçekte baktığımızda ise ruh sağlığını riske sokan tipteki yaşam zorlukları açısından yine bir ‘çeşitlilik’ var. Okul hayatının dışına düşmüş, doğuştan veya sonradan gelişimsel engelleriyle mücadele içinde, azınlık ya da cinsiyet temelli ayrımcılığa ve saldırıya uğrayan, sığınmacı ve göçmen olmuş, suç işlemiş veya yoksulluğun sarmalını kıramamış, kısacası her birisi yaşamın değişik ve birbirinden çok farklı ‘sillelerini yemiş’ gençlerin tam da bu yaşadıkları hayat ile doğrudan ilişkili olan sorunları var. Yaşam sürelerini kısaltan alışkanlıklar, çevre düzenleri ve beslenme tarzları, belki daha önemlisi şiddetin her biçiminin gündelik hayatın bir parçası haline gelmiş olması bilişsel gelişimlerini ve duygusal olgunlaşma süreçlerini yolundan saptırıyor. Ekonomik ya da sosyal durumlarının nasıl gideceğine, nasıl bir hayat yaşayacaklarına ilişkin kaygıların zaten yaygın olduğu yaşlardan söz ediyorum. Bu kaygıyı yaşamamış olan azdır, güvencelerin varlığında bile hayatta yerimizin ne olacağını düşünmek tedirginlik yaratır. Ancak toplumsal güvencelerin azalması, güvenecek kimselerin kalmamış olması bu kaygının düzeyini yukarı çeker, zira hayattaki yerimizin ne olacağı sorusu artık yerini hayatta bir yerimizin olup olmayacağı sorusuna bırakmış gözüküyor.
Kaygı, geleceğin ‘doğal’ belirsizliği ölçüsünde beyin ve organizma üzerinde oluşturduğu ‘stres’ ile çıkabilecek problemlerin çözümü için gereken hazır oluş düzeyini sağlar. Bu gözle bakınca kaygının kendisi bir ‘bozukluk’ değildir, değişebilecek koşullara uyum sağlamayı sağlayan bir duygu durumudur. Birçok ruhsal bozukluk bu uyumu sağlama amaçlı ruhsal durum değişikliğinin aşırılaşması, kritik bir sınırı aşması ile tanımlanabilir. Beraberindeki düşünce ve davranış aşırılaşmalarının varlığı ile kişinin hayatını sürdürmesi için gerekenleri yapması zorlaşır, ya da imkânsızlaşır. Bu çok sayıda ‘aşırılaşma’ aynı zaman dilimi, aynı yer ve aynı kişide bir araya gelince ve pek geri gitmeyince, ruh sağlığı bozukluğu ortaya çıkar. Bazı çocuklar ve gençler çocukluklarından başlayarak bu ‘aşırılaşma’ya daha yatkındırlar, kırılgan bir gelişim gösterirler ve dış etkenlerle kolayca sarsılırlar. Kök nedenleri arasında psikolojik, sosyal ya da biyolojik/genetik etkenler sayılabilir; ‘hangisi ne kadar katkıda bulunur’ konusu bir yana, neden olan etken hâlâ net bilmediğimiz (ama var olduğunu bildiğimiz) bir biçimde beyin gelişiminin ince ayrıntılarını belirleyerek kalıcı ya da uzun süreli etkisini gösterir.
Karantinadan kalan kaygı
İçinde olduğumuz dönemi bu gözle değerlendirmek için geride bıraktığımız dönemi hatırlayalım. Pandeminin ilk aylarında olduğu gibi kaygının aşırılaşması dış koşulların yarattığı sıkıntıya dayanmayı güçleştirir, anlık ve can havliyle ortaya koyduğumuz davranışlar çoğalır. Kendimizi kurtarmaya dönük bir gündeme sarılırız. Geleceği düşünemez bir durumda olduğumuz bu zamanda hayal kurabilmek imkânsızlaşır, olsa olsa rüya görürüz. Kaygının bir özelliği içinde olunan bağlam ile karşılıklı etkileşim içinde olması nedeniyle çevresel değişikliklerle beraber salınmasıdır. Bu nedenle kaygı bozuklukları psikososyal terapilere ve farkındalık gelişimine (diğer ruhsal bozukluklara göre) daha açıktır. Gidiş tam bir düzelme şeklinde olabilir, ancak çocuklarda genellikle ‘idare edilebilirliği’ de yüksektir. Yanlış anlaşılmamak için somutlaştırayım, idare edenler yetişkinlerdir. Kaygı duygusunun yoğunluğunu kendi zihninde azaltmak için ‘Babam oraya değil buraya otursun’ diye ısrar eden çocuğun dediği gibi davranarak oradaki tıkanıklığı atlatmak, kaygısını bir süreliğine düşürmek bu ‘idare’ye bir örnek olabilir. Ancak idarenin sonucu problemin kronikleşmesinin yanı sıra tüm ailenin parçası olduğu bir probleme dönüşmesi olur. O nedenle kaygı sorunlarında çocuğun rahatlatılmasının dozunu tutturmak, çocuğu idare etmek yerine çocuğun kaygısını kendisinin idare etmesini (yönetmesini) sağlamak terapötik çalışmaların temel hedefidir.
Şunu söyleyebileceğimizi düşünüyorum: Kaygı geniş kitlelerde, pandemi ile örtüşen sosyal, ekonomik ve ekolojik kriz döneminin oluşturduğu yaygın bir reaksiyon olarak ve kırılgan ya da risk altındaki birey ve gruplarda ise aşırılaşarak bir bozukluk olarak ortaya çıkmıştır. Ruh sağlığı krizinin gözlenebilir ilk evresinde, özellikle karantina dönemi verilerine baktığımızda gördüğümüz acil servis ve hastane ziyaretlerindeki net artış bu düşünceye ampirik zemin oluşturuyor. 2019 ile 2020 arasındaki başvuruları kıyaslamak için Gözde Yazkan, Burcu Yıldırım ve Burcu Erdoğdu ile yürüttüğümüz bir dizi analizde değişik kentlerdeki kamu hastanelerinde gördüğümüz başlıca değişiklik şiddetli kaygıya bağlanabilecek ani davranış değişikliklerinde artış şeklindeydi. Farklı tanı gruplarında olan çocuk ve gençlerin ortak bir problemi olan kaygı, hangi tanıda olursa olsun o tanıya ait problemleri de şiddetlendiren adeta bir enflamasyon etkisi yaratıyordu. Ülkemizdeki ve dünyadaki birçok klinikten yapılan yayınlarda benzer veriler görüyoruz.
Peki, ruh sağlığı krizi bu tür klinik başvurulardan mı ibaret? Gençlik kitlelerinde ruh sağlığı bozukluğu tanısını (henüz) almamış, ama çeşitli psikolojik zorlanma işaretleri veren kişilerin durumu nedir? Henüz kaygı evresinde miyiz, yoksa geleceğimizin nasıl olacağını düşünmenin ya da dert etmenin bile ‘lüks’ geldiği bir geleceksizlik hissi irademizi ele geçirdi mi? Gençlerin ruhsal durumlarının daha fazla etkilendiği bir dönemde yaşlılara ne düşüyor? Farklı toplumsal sınıflarda olmak, yoksulluk, eşitsizlik ve şiddetten etkilenim açısından ne gibi farklar getirir? Ruh sağlığı krizinin ruhsal bozuklukları arttırıcı, ruhsal durumu bozucu sonuçlarının önüne geçebilir miyiz? Bu durumla başa çıkmak için neler yapılabilir? Bu sorular üzerine herkesin düşünmesi gerekiyor.