Yirminci yüzyılın sonlarında Sovyetlerin çöküşü ile birlikte Baltıklarda, Orta Asya’da, doğu Avrupa’da, daha ötesinde Afrika’da, Latin Amerika’da o kadar çok ulus demokratikleşme yolunda adımlar attı ki, yüzyıl dönümünde, küresel skalada, demokratik ülke sayısı olmayanlardan çok daha fazlaydı.
“Tarihin sonu” kuramının babası Francis Fukuyama, “Dünyanın, insanlığın geliştirebileceği ideolojik olgunluğun son noktasına geldiğini, batı değerlerinden ilham alan liberal demokrasinin evrenselleşmesi ile oluşan hükmetme modelinin bir sonuç olarak anlaşılması gerektiğini” yazar. Birçok akranı siyaset bilimci de şahlanan bu demokratikleşme sürecini ilgi ile izler ve yeni demokrasilerin ömürleri hakkında kitaplar üretir.
Oysa ünlü siyaset bilimci Robert Dahl ve onun neslinden gelenler böylesi bir dalgayı öngörmemiş, dolayısıyla buna uygun teoriler üzerinden yola çıkmamışlardır. Onlar demokrasinin yaygınlaşması konusunda daha kötümserdir. “Dünyada demokrasinin serpilmesi ve devamı için gerekli ortam ya hiç yoktur ya da yetersizdir” diye yazar Dahl, 1980’lerin başında. Nitekim, onlar ulusların demokratikleşmesinden çok buna geçişlerinde yaşadıkları süreçlerle daha çok ilgili olmuşlardır. “Transitoloji” adını verecekleri bu sürecin - diktatörlük veya sömürgeden demokratikleşmeye yelken açan ülkelerin kat ettikleri yolun - demokrasinin başarısını ve ömrünü kritik seviyede etkileyeceğini öngörmüşlerdir.
Daha önceleri, 1848’de, 1918’de ve nihayet 1945’de yaşanan benzer dalgalar, aksine davranan karşı dalgalarla etkisizleşmiştir. Yüzyılımızın ikinci on yılına girdiğimizde, bariz bir şekilde ortaya çıkan da budur. Demokratik ülkelerin devletler topluluğunun çoğunluğunu oluşturduğu yıllar yerini otoriter yönetimlerin etkin olduğu döneme bırakır. Avrupa’dan Asya’ya, Afrika ve Güney Amerika’ya uzanan geniş coğrafyalarda izlenen de budur. Demokrasinin halkın yaşamsal davranışlarında popüler olmaması, ona sahip çıkmak için direnç gösterilmemesi dolayısı ile, otoriter bir dönemin kapısının açılıp açılmayacağını, tarihin döngüsünün tekrar yaşanıp yaşanmayacağını irdelemek önem kazanıyor.
‘Devrim ve Diktatörlük – Revolution and Dictatorship’ kitabının yazarları Steven Lewitsky ile Lucan Way, engin deneyimlerini ve araştırmalarının sonuçlarını bu yapıtlarında paylaşıyorlar. Hemen, Lewitsky’nin Latin Amerika, Way’in ise Sovyetler Birliği uzmanı olduklarını not etmekte fayda var. Tarihin akışının bizleri nerelere sürükleyeceğini anlamak isteyenler için, yaklaşımları önemli bir içerik sunuyor.
Kitapta birbiriyle ilintili iki argüman var. Bunların birincisi otoriter yönetimlerin sürdürülebilirlikleri ile ilgili. Demokratik düzenin sürdürülebilirliğinden söz ediliyorsa, bu tartışmaya açılabiliyorsa, otoriter düzenin de yaşam süresi hakkında konuşabilmek gerekir. Oysa, siyaset bilimciler otoriter rejimlerin hangi şartlarda demokrasileri alt edebildikleri üzerinde çalışmış olmalarına rağmen, bunların sürdürülebilirlikleri hakkında kayda değer bir irdeleme yapmamışlardır. Levitsky ile Way, işte bu açığı kapatıyor ve otokratik rejimin sürmesi için gerekli politik ve kurumsal yapı hakkında bir tartışma başlatıyorlar.
Buna bağlı irdeledikleri ikinci konu ise, bu yapının nereden geldiği / geleceği konusundaki endişeleri. Rusya ve Çin gibi otoriter iki dev ülke bugün batının demokratik değerlerinin kendi savundukları değerlerin çok gerisinde kaldığından dem vurabiliyorlarsa, uluslararası arenada eskisinden daha agresif davranabiliyorlarsa, “diktatörlüklerin dayanıklılıkları” geçici bir ilgi alanından daha öteye gitmek durumundadır. Levitsky ve Way, stratejistlerin ve siyasilerin bu konuda düşünmek ve olup biteni öğrenmek gibi bir sorumlulukları olduğunun da altını çiziyorlar.
Rus – Ukrayna savaşı, Çin’in Xi’nin liderliğinde derin otoriterliğe batması, Tayvan’a bilinen ilgisinin savaşa işgale varacak bir görünüme bürünme süreci, Avrupa’da, kendilerine faşist olarak adlandırmaktan çekinmeyen milliyetçi ötesi partilerin iktidara gelmeleri bir şeylere işaret eder mi? Düşünülmesi gerekir…