1980 darbesi hemen öncesinde Cumhuriyet Gazetesi’nde çıkan bir toplumsal eleştiri makalesinden çok etkilenerek, hayatımda o güne kadar ilk kez gazete için bir yazı kaleme alıp göndermiştim. 19 yaşında, etrafımda gördüklerimden etkilenerek yazdığım yazının başlığı ‘Topluma yabancılaşıyorum’ idi. Sonra 12 Eylül darbesi olmuş, gazete bir süreliğine kapanmış ve ben yazımı evrene gönderdiğim sanısıyla unutmuştum.
O yazıdan tam altı ay sonra uzak bir arkadaşım, bana mektup yollayarak gazetedeki yazımdan çok etkilendiğini belirtince, hem ilk yazımın böylesi ünlü bir gazetede çıkmasına hem de yabancılaşma hissiyatımın başkası tarafından da paylaşılmasına çok sevinecektim…
Bundan tam 42 yıl sonra yine aynı noktaya döndüğümü görmek hazin verici olsa gerek.
Evet yaşadığım çevreye, topluma, şehre karşı bir yabancılaşma duygusu altında hayatıma devam etmek zorunda kaldığımı itiraf etmek pek kolay olmasa gerek.
Yabancılaşma bir toplumun çürümesi veya teknik dille dekadans içine girmesi ile alakalı.
Friedrich Nietzsche, Hıristiyan dini temelli hayatın bir dekadans içine girdiğini iddia ederek, ahlaki değerlerin yeniden değerlendirilmesi arayışına girmişti, 19. yüzyılın sonuna doğru. Zira ona göre hayat durağan değil, tersine akışkandı ve sürekli kendini yenileyen bir mekanizmaya sahipti. Bu bağlamda, akışkan olan bir hayatta statikliği zorunlu kılan kalıcı ve kadim değerler, bir zaman sonra değişen hayata karşılık veremiyor ve o sabit ve değişmez değerlerin bizatihi kendileri toplumun çürümesine, Nietzsche’nin deyimiyle dekadansa neden oluyordu.
Filozofumuz, dekadanstan çıkış formülünü ise insanın kendini değerler bağlamında aşması ve hayatı olumlaması neticesinde evrileceği üst- insan karakterinde buluyordu…
Bugüne geldiğimizde ise, meselemiz, Nietzsche’nin derin felsefesinin çok ötesinde, daha işin başında sorunların ortaya çıkmasında. Halihazırdaki ahlaki değerlerimizin değişen hayatın yeni kodları karşısında yetersiz kaldığını değil de, birlikte barış içinde yaşanılmasını mümkün kılması için yaratılan kadim ahlaki değerlerin unutulmaya yüz tuttuğunu gözlemliyoruz sanki.
Basite indirgersek, mesela, bireyin en kadim hissiyatlarından biri olan mahcubiyet ve hatta utanma duygusunun kaybolmakta olduğunu görmek acı verici olsa gerek.
Sokakta, müşterisi olmayan boş taksilerin sürücülerinin eskiden sizi alamayınca bir mahcubiyet hatta utanma duygusuna teslim olduğunu fark ederken, bugün ise bu kadim duyguların yerini aldırmazlık ve duyarsızlığın aldığını ileri sürmek yanlış olmasa gerek. Mesleğinin ana ve zorunlu görevini unutmuş ve bunun farkında bile olmayan bir taksi sürücüsü toplumsal çürümenin simgesi haline gelmiştir adeta. Zira adalet duygusunun iyice yıprandığı bir iklimde, duyarsızlık da bozulmakta olan değerler sisteminde en önde koşmakta, sırtındaki çürüme formasıyla.
Sadece bu değil, bozulan, çözülen. Trafik kurallar sistemini ve değerlerini alt üst eden araç ve motosiklet kullanıcıları, çürümenin bayrak yarışında üstün bir performans gösteriyor. Ters yönden gelen araçların sürücüleri, hafiften tepki gösterdiğinizde size uzaydan gelmiş gibi hayretle bakıyor ve adeta ‘Yanlış olan ne?’yi soruyor bilinçsizlik çamuruna batmış değer bilmez dünyalarında.
Bir megapolde sokaktaki insanın kendini nispeten güvende hissedebileceği yegane yer kaldırımlarken, bunların üzerinde motosikletlerin çift yönlü seyretmelerine ne demeli…Üstelik sürücüleri eskiden mahcup olurlarken, artık tepkinize aldırmadan son sürat yanınızdan veya önünüzden geçmeye devam ediyorlar fütursuzca. Güvenlik mi dediniz?..
Toplumdaki lümpenleşme aslında sadece ekonomik sıkıntılar yaşayan, kendisinin ve ailesinin karnını doyurmaktan başka hiçbir düşüncesi olmayanları kapsamıyor. Kimi zenginler veya eğitimliler de zamanın ruhuna uyarak, orman kanunlarının hüküm sürdüğü cehennemde ayakta kalabilmek için ellerinden geleni artlarına koymuyorlar. Zira aslolan kazanmaktır bu hayatta artık. Üstelik kazanmak da ancak ve ancak ötekinin omzuna binerek mümkündür. Altta kalanın canı çıksa bile önemli olan kazanmaktır. Duyarlı olmak, ötekini düşünmek gibi bir değerler yitip gitmiştir artık.
Yalan söylemek sıradan ve ne hazindir ki olağan bir davranış biçimi olmuştur artık. Siyasette, medyada, ticarette, sözde aşk birlikteliklerinde bile yalan, değerlerin en değerlisi olmuş durumda.
Aslolan ‘kazanmaktır’ ve bu yolda makyavelist davranış biçimi ‘savaşı’ kazanmanın yegane silahıdır…
Nietzsche’ye belki bir yerde hak vermek mümkün.
Dinin ve onun topluma içselleştirdiği kadim ahlaki değerlerin teoride hala hüküm sürdüğü bir zaman diliminde din, bu toplumsal çürümeyi durduramamaktadır belki de. İnsanoğlu dinin kutsal metinlerinde yazılanların anlamını unutmuşa benzemektedir.
Adeta, tek Tanrı’nın para olduğu inancı gittikçe yayılmakta ve din neredeyse ritüellerin ve geleneklerin içine hapsolmuş durumdadır.
***
İnsana sevgiyi, saygıyı ve birlikte yaşayabilme kabiliyetini gittikçe yitirmekte olan toplumlar çürümeye mahkumdurlar.
Pek tabii ki, etrafımızdaki her birey bu çürümeyi yaratmamakta, aksine bu olumsuz gidişata karşı direnmekte olanlar da mevcut. Ama sayılarının her geçen gün azaldığını görmek hüzün verici.
Yabancılaşma işte böylesi bir değerlerin yitip gittiği ve duyarsızlığın tavan yaptığı zaman diliminde, bireyi ruhen yıpratan bir hastalık olarak ortaya çıkmakta.
Toplumsal çürümeye karşı savaşta azınlıkta olmak insanlığın en büyük trajedisi olsa gerek.
Utancın, saygının, empatinin yok olduğu; kuralsızlığın, keyfiliğin, yalanın, bencilliğin, menfaat ilişkilerinin, orman kanunlarının, oportünizmin ve makyavelizmin baş tacı edildiği bir dönemde hayata yabancılaşıyorum umarsızca ve umutsuzlukla. Artık, beyhude isyan refleksi de işe yaramıyor üstelik, zira yalnız ve oyunu kuralları ile oynamadığınız için ‘demode’ kalıyorsunuz.
Sesiniz boşluktaki duvarda yankılanıyor sadece.
O halde, azınlıkta kalsak da ‘yabancılaşanlar birleşin’ demekten başka ne çaremiz kaldı?