Değerli Şalom okurları, ‘Kıymık’ bu aydan itibaren ikinci sayfaya taşındı. Böylece arka sayfadaki “uzayın karanlık deliklerinden” felsefenin engin sularına ışınlanmış olduk. Eskiler tebdili mekanda ferahlık vardır derlerdi. Gerçi çok değerli Metin Sarfati hocamızın yerini doldurmam mümkün değil, o yüzden felsefe derin sularında boğulmamak için kalemimi var olanların varlığını sorgulamaktan uzak tutacağım.
Görmüşsünüzdür belki, 26 Ekim’de yayımlanan Şalom’un arşivlik 75. yıl sayısında bana sıkı bir torpil geçildi. Toplum sayfasında, Milas Belediye Meclisi tarafından şahsıma lütfedilen fahri hemşehrilik haberi sayfanın manşetindeydi.
Milas’la tanışmamın sadece on bir yıllık bir geçmişi vardır. Öncesinde, Bodrum’a ya da Marmaris’e otomobille giderken Bafa Gölü kıyısında soluklandığım ya da Milas’ın pek içlerine girmeden yol üzerinde durup sac kebabı yediğim olurdu, hepsi bu… 2011 yılına dek ne Milas’taki yoğun Yahudi izlerinden haberdardım ne de Milas’ın tarihi kültürel zenginliklerinden… Ta ki sevgili dostum Kamil Masaracı’nın önermesiyle tarihî Hacı Ali Konağı’nda bir sergi açana dek. O gün, sergi açılışının sabahında, sonradan güzel bir dostluk geliştireceğimiz Milas Belediyesinin görevlileri, yeni hemşehrilerim Mehmet Nergiz ile Ersin Yeniceli’nin mihmandarlığında hızlı bir Milas turu yapmıştık. Turun asıl amacı, bana 3.500 yıla uzanan Yahudi kültürünün izlerini göstermekti. Meğer ne çok iz varmış!
Bu gezintiden o kadar etkilenmiştim ki, döner dönmez Şalom için bir makale kaleme aldım. Yazıda özellikle Milas’taki Yahudi mezarlığının içler acısı durumunu vurguladım1.
Doğrusunu söylemem gerekirse Milaslı hemşehrilerimi daha ilk andan itibaren hayal kırıklığına uğrattım. Mezar taşlarının üzerindeki yazılar benim için hiyerogliften öte bir anlam ifade etmiyordu. Kendilerine bazı harfleri çözsem dahi İbranice bilmediğim için tercüme edemeyeceğimi söyledim. “İbrani alfabesi ve dilini öğrenecek yeterli zamanım olmadı, olsaydı da sanırım öncelikle eski Türkçe’yi öğrenmeyi yeğlerdim. Elimde aile yadigarı o kadar fazla eski Türkçe’yle yazılmış belge ve mektup var ki… Hatta Beyoğlu ilçesindeki aile nüfus kayıtlarımız bile eski Türkçe’dir” diyerek kendimi savundum.
Benzer bir durum Schneidertempel’i bir sanat merkezi olarak İstanbul’a kazandırdığımız ilk yıllarda başıma gelmişti. Eski sinagogun hemen bitişiğinde, eski bir binanın enkazı yer alıyordu. Günün birinde iş makinaları enkazı temizlemeye başladı, inşaat başlıyordu. Fakat çok geçmeden Türk ve İslam Eserleri Müzesinden geldiklerini söyleyen iki genç kadın Schneidertempel’in kapısını çaldı. Ellerinde, üzerlerinde İbranice harfler kazılı birkaç alçı benzeri taş örnekleri vardı. İnşaat esnasında hamama benzeyen bir bölüme ulaşılmış, tarihi eser olabileceği düşüncesiyle kazı durdurulmuştu.
Taş parçacıklarının üzerindeki yazıları çözmemiz mümkün olmadı, fakat bulunan hamamın bir ‘mikve’ olma ihtimali yüksekti. Arsa aslında Aşkenaz Sinagogu ile Terziler Sinagogunun tam ortasında kalıyordu. Karşında ise Kamondolar’ın hanı vardı. Burası bildiğimiz eski bir Yahudi yerleşim bölgesi olduğundan böylesi örneklerin çıkması normaldi. Bu düşüncemizi görevlilerle paylaştıktan sonra, inşaat çalışmalarına son verildi ve inşaat alanında birkaç ay sürecek arkeolojik çalışmalar başladı. Sonrasında ise arsa tel örgülerle çevrelenerek otopark mafyasından korundu.
Bugünlerde, Galataport’un yeni bir çekim alanı olmasıyla birlikte Karaköy ve Galata semtlerine büyük rağbet var. Schneidertempel’in günlük ziyaretçi sayısı yüzleri aştı. Bu sayının turizm mevsiminin başlamasıyla birlikte katlanacağı kesin gibi. Sanat merkezimizin yer aldığı Felek Sokağına ulaşmak için, şayet Kule’den aşağı inilmiyorsa, iki yorucu merdiveni tırmanmak gerekiyor. Soldaki merdiven, ünlü Kamondo Merdiveni. İnsanlar çıkarken durup soluklanıyor, tarihî merdivenin ortasında fotoğraf çektiriyor.
Sağdaki merdiven ise azap merdiveni!
Yanlış anlaşılmasın, adı öyle değil tabii ki. Bu merdiven, yine Galata Kulesinden inen Hacı Ali Sokağını Bankalar Caddesine bağlıyor. Basamakları ise paralelindeki Kamondo Merdiveninin aksine düzensiz. Ergonomik olmadıklarından, insanlar inerken de çıkarken de çok zorlanıyorlar. Yukarıda sözünü ettiğim içinden ‘mikve’ çıkan kazıyla ilişkisine gelince; boş arsa tam bu merdivenin ucunda, şimdilerde rezidans ve otel olarak hizmet veren Kamondo Han’ın karşısında yer alıyor. Önünden her geçtiğimde “Burası keşke minik bir park olarak düzenlense de ağaçların altındaki banklardan birinde oturup soluklansak” diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Ha, bir de yeni bir Abraham Salomon Kamondo çıksa da Hacı Ali Sokağının dibindeki merdiveni yaptırsa! Mimar dostum Tan Oral projesini çizmeye niyetlendi bile. Üstelik günümüzde artık Kamondolar’a gerek duyulmuyor, bu işleri belediyeler üstleniyor. Kim bilir, belki bu yazıyı Beyoğlu Belediyesi de görür?