Hepimizin duyduğu bir söz var; “Bir lisan bir insan”… Bu sözü ilk duyduğumda belki de birçoğumuz gibi bir dil daha bilirsek bir toplumla kurduğumuz iletişim nedeniyle ikinci bir kişi gibi oluruz genellemesini yapıp üzerine fazla kafa yormamıştım. Ancak yaş ilerledikçe fark ettim ki ‘bir insan daha’ olmak sadece birkaç cümle kurmak değil, o dilin ait olduğu kültürü, yaşayış tarzını, düşünüş biçimini, görme şekillerini, davranış stillerini ve sayamadığım birçok şeyi peşinden sürükleyen ve devinen bir oluş şekliydi.
Konuşulan dillerin çıkış noktası ve nasıl oluştuğu hâlâ bir muamma. Göstergebilimin kurucularından dilbilimci Ferdinand de Saussure, her gün maruz kaldığımız göstergeleri sınıflandırırken nedensiz olarak oluşan tek göstergenin dil olduğunu belirtmiş. Keza davranış bilimci Prof. Dr. Michael Tomasello’nun uzun yıllar boyunca şempanzeler ve çocuklar üzerinde yaptığı araştırmalar, bir dilin nasıl oluştuğunu ortaya koyar nitelikte veriler barındırıyor. Yapılan bir araştırmada çocuklar, deney ortamında iki farklı odaya davet edilmiş ve aralarında online olarak bağlantı kurulmuş. Araştırmacılar, çocukları bu bağlantı ortamına kısa bir süre alıştırdıktan sonra sesi gizlice kapatmış ve çocukların konuşma dilinin de ötesine geçen yeni bir iletişim yolu bulup bulamayacaklarını gözlemlemişler. Çocuklar ilk etapta kelime bulma oyununda olduğu gibi somut şeyleri bir harekete karşılık gelen eylemlerle tarif etmişler, ancak araştırmacılar daha soyut konulara; örneğin hiçliği, hiçbir şeyi anlatmasını istediğinde iş zorlaşmış. İki çocuktan biri (anlatıcı) önce her türlü farklı hareketi denemiş, ancak karşısındaki çocuk hiçbir şey anlamayınca kendi tişörtünü çekerek, renkli tişörtündeki beyaz bir noktayı işaret etmiş ve partneri beyazı, boşluğu, hiçliği bulabilmiş. İkinci aşamada roller değiştirildiğinde anlatıcının tişörtünde beyaz bir nokta olmamasına karşın çocuk, aynı yaklaşımı benimseyerek, tişörtünü çekip işaret etmiş ve tişört, söz konusu soyut kavramı (hiçlik, hiçbir şey) karşılayan bir kavram haline gelmiş. Şüphesiz ki bu deney, konuşulan bir dil olmadığında bireylerin yeni bir dil geliştirip geliştiremeyecekleri ve/veya birbirilerini anlayıp anlamayacakları üzerinden insan bilişinin ve dilbilgisinin kökenine inmek için yapılmış. Dolayısıyla bir dil oluşurken ilk olarak bireylerin eylemler ve nesneler arasında ilişki kurması, birbiriyle etkileşime girerek bunu tarif etmesi, aynı işaretleri aynı şeyler için kullanacak şekilde birbirlerini taklit etmesi, bu taklidin ses ve harf dizgesi içerisinde bir bütün olarak ortaya konması ve temsil düzeyinde bir şeyi temsil eden harf silsilelerinin bireyler arasında kabul edilerek geleneksel bir anlam kazanması gerekiyor.
Hepimiz biliyoruz ki oldukça nitelikli okullardan mezun olmadıkça veya gündelik hayatta o dili yaşayan ‘native speaker’ dediğimiz kişilerle temas etmedikçe Türkiye’de dil eğitimi büyük bir kâbus. Yalnızca gramer odaklı ve kalıplaşmış cümleler yüzünden akıllara yanlış yerleşen ve ilerleyen dönemde telafisi zor olan bir sürü örnek geliyor karşımıza. Ancak nasıl ki bir dilin doğuşunda belirli kalıpları tekrar etmek başlıca kuralsa konuşmaya çalışılan dili yaşamak ve onu gündelik hayatımıza aktarmak aynı şekilde bir önkoşul.
Arkaik bir dili gündelik hayata taşımayı başaran ve günümüzde de onun sayesinde bir milletin dili olan yaratıcıya değinmek istedim bu ay. Ailesine başka bir dili konuşmayı yasaklayarak antik ve moderni birleştiren, değişik lehçelerde konuşan toplulukları ortak bir paydada birleştiren Eliezer Ben Yehuda’yı (Eliezer Yitzhak Perlman) anmak istedim… 7 Ocak 1858’de bugünkü Belarus, Luzhki’de doğan ve erken çocukluk döneminde Tora ve İbraniceyi öğrenmeye başlayan Ben Yehuda, yeşivaya gönderilerek İbranice üzerine çalışmaya başladı. Dini metinler sayesinde antik dili kavrayarak, ancak aynı zamanda Aydınlanma Dönemi metinlerine hâkim oldu. Fransızca, Almanca ve Rusça öğrenen ve İbranicenin tüm Yahudileri birleştirebileceği hayaliyle çalışmalarına devam eden Eliezer Ben Yehuda’nın kurduğu hayal için dönüm noktası, Sorbonne’da ileri seviye İbranice eğitimi almasıyla gerçekleşti. 1881’de Kudüs’e taşınmış, 1889’da henüz 31 yaşındayken İbrani Dil Konseyi’ni kurmuş ve 17 ciltlik ‘Antik ve Modern İbranice Kelimeler’ sözlüğünü yazmıştı. Şüphesiz ki böylesine büyük bir görev, kelimeleri gelişigüzel etraftan toplayarak olmadı. Diasporaya dağılmış olan Yahudilerin kullandıkları kelimelere yükledikleri anlamları ortadan kaldırarak onların kökenine inmeye çalışmış, kimi zaman işin içinden çıkamadığında masal ve şiirlerden yararlanmış, Batı’da gördüğü bilimsel yöntemlere başvurarak arkaik yapının kurallarını modern yapının kanunlarıyla yeniden tasarlamıştır.
Avrupalı birçok dilbilimcinin yalnızca dini ritüellerde kalan ve ölmek üzere olan bir dili diriltme çabalarına saçmalık olarak baktığı ve alkışlanması gereken yerde dindar Yahudilerin kutsal metinleri kirlettiği düşüncesiyle Eliezer Ben Yehuda’ya kin kustuğu dönemde hiçbir yardımcısı olmadan tüm bunları yapmış olması bugün bile hâlâ büyük bir mucize olarak adlandırılıyor. Üstelik tüm bunlar yaşanırken kendisi büyük bir üzüntü yaşamış, eşi ve üç çocuğu oldukça kısa sürede tüberküloz ve difteriden hayatını kaybedince eşinin vasiyeti üzerine baldızı ile evlenmiş ve çocuklarını yalnızca kendi inşa ettiği modern İbranice ile yetiştirmiştir.
Chava Alberstein’ın 1988’de seslendirdiği Eliezer Ben Yehuda isimli şarkıda türlü türlü kelimeler sayılırken ona şöyle seslenir: “Eliezer, ne zaman yatmaya gideceksin? Belin çok kamburlaşmış. İki bin yıl bekleyen İbranice, seni de gün doğumuna kadar bekleyebilir.” Ama o beklemedi ve iki bin yıldır uykuda olan dili iki bin yıl öncesinden de gençleştirerek uyandırdı. 16 Aralık 1922’de eşi gibi tüberkülozdan hayatını kaybeden Ben Yehuda bugün tüy kaleminden inşa ettiği mucizeyi yaşayan insanlara Zeytin Dağından oturup bakmakta. Mucize inşa edilir mi? Mucize yaratılır, mucize oluştur, gerçekleşir. Ama o inşa etti. Hayatını adayarak…