“Mesele, insanın gerçekten ait olduğu toprakta büyümesidir ama oranın neresi olduğunu bilmek her zaman kolay olmayabilir.” Kierkegaard
İki gün boyunca dayak yedik, yemekler de yedik ama bolca da dayak yedik. Düğüm oldu birikti boğazımızda. Toprak oldu eşelendi. Toprağı konuştuk çünkü, toprağa ait olmayı ya da olamamayı, kökleri, kök salmayı, köksüzleşmeyi, köksüzleştirilmeyi ve yeniden kök salmayı konuştuk. Göçü konuştuk. Suyun göçünü, suyun göçmesi ile göçmek zorunda kalanları, barajları, göçen bitkileri, yemekleri, lezzetleri, siyasi nedenlerle göçenleri, göçün neden olduğu adaletsizlikleri, acıları, göçle yaşamak zorunda kalanları, kadınları ve çocukları konuştuk. Kokularını kaybedenleri, unutanları ve unutulanları konuştuk… Bir de bizden göçen şehirlerimizi…. Göçen bağlarımızı, bahçelerimizi, dutluklarımızı, çileklerimizi konuştuk. Göçen zanaatlarımızı konuştuk. Ustasından el alan zanaatkarın kendi sırası geldiğinde artık el verememesini konuştuk. El de göçermiş çünkü. Özlemlerimizi konuştuk. Lezzetleri ve duyguları...
Geldiği yerde olduğu kadar kaldığı yerde de uyumlanamamayı konuştuk. Yaban otunu. Bir toprağın rahatsız edildiğinde yaban otlarının ilk yardıma koşan bitkiler olduğunu öğrendik Aslıhan Demirtaş’tan. Yemeğin bir tariften çok fazlası olduğunu dile getiriyordu Charles Perry konuşmasında, toplumdan topluma değişim geçirerek yaygınlaşırken bir bitki, tohumunun ilk çıkış yerinin neresi olduğunu bulmanın her zaman çok da kolay olmadığını vurguluyordu. Buna rağmen özdeşleştiriyorduk biz kendimizi annelerimizin yemekleriyle. Özlemle bekliyorduk memleket kutularından çıkacak kokuları, lezzetleri… Bir sefertasından çıkan yemek tüm bir dünyayı taşıyordu sofralara, geçmişin anılarını bazan, geleceğin endişelerini kimi zaman… Gıdamızın üretilmesinde en çok emeği geçenlerin gıdaya ulaşmada en çok güçlük çekenler olduğunu öğreniyorduk mevsimlik tarım işçilerinin zehir gibi hayatları hakkında gözümüzü açan Ertan Karabıyık’tan. Elinde, kendi geçmişine dair hikayelerinden başka bir şey olmayan Amerikalı Deanna’nın, Elazığ’ın eski bir Ermeni kasabası olan ve Boğazkere şaraplarının kaynağı olan Cüngüş’deki evinde hikayesini bilmediği bir Arma Christi olan Bengi ile karşılaşması sonucu, aralarındaki binlerce kilometreyi aşıp 100 yıl öncesinden bugüne görünmez bağlarını yeniden kurmalarının hikayesini dinledik Gözdem Gürbüzatik’ten. Boğazlar bu sefer de Deanna ve Bengi’nin hikayesi için kerildi. Belki de kendi büyüklerimizin evlerinde olduğunu bildiğimiz ve başka başka göçler sırasında emaneten geride bırakılmış eşyalar geldi gözlerimizin önüne.
Çünkü hemen her birimizin ailesinde en az bir göç hikayesi var. Geçmişimizde var… Bugünümüzde var. Geleceğimizde de olacak muhtemelen… Hepimizin elinde -farkında olsak da olmasak da- bir sefertası; yürüyoruz. Bazan konuşulmuyor yaşanılanlar, susuluyor tıpkı Gözdem’in büyükannesinin dediği gibi “Unutsaydım, hatırlardım. O yüzden konuşmadım.” Kimi zamansa son nefeste, bir itiraf! Devamı? Yok! Hikayeyi anlatacak son nefes de susmuşsa eğer. Yok! Geride kalanınsa hem birdenbire tüm gerçekliği yıkılıyor hem sıklıkla tutunacak bir dal bile bulmuyor, bulamıyor köklerini aramaya kalksa… Derken -o da biraz şanslıysa-, minik, miniminnacık detaylardan topluyor ufak ipuçlarını bir arkeolojik kazı yaparcasına. Şaşalı bir tapınak değil bulduğu ama gündelik hayatın detaylarında gizli bir hikaye oluşabiliyor. Belki, bu son göçün ardından kurulan sofradaki tüm benzerliklerine rağmen başka evlerdeki gibi pişmeyen o yemek, belki gidenden arta kalan boşlukta, o başucundaki kitabın sayfalarının arasından düşüveren kısmen yırtık, soluk bir fotoğrafın arka planındaki bir obje açıyor yolunu.
***
Günün konuşmaları beynimde oradan oraya uçuşurken İstanbul’un lüks semti Bebek’te nefesleniyorum gecenin bir saati. Bir kız çocuğu beliriyor önümde. Dünya güzeli. Elinde telden yapılmış derme çatma birkaç taç. Sekiz yaşında imiş. Urfa’dan gelmişler ailecek. Taçları satmaya çalışıyor tüm naifliği ile. Bir taç alsam mesele, almasam başka mesele. Bir koca lokma daha büyüyor boğazımda. Gecenin bu saatinde evinde, güvende olmalı bu çocuk. Yatağında olmalı.
O çocuk var ya, o çocuk hepimizin çocuğu.
Hepimizin geçmişinde öyle bir çocuk var. Alanında uzman insanlar iki gün boyunca tam da bunu konuştular ‘Sapor’da. Sapor lezzet demek. Şimdi ise, Tuba Satana’nın önderliğinde gerçekleşen eski usul bir yemek sempozyumunun adı. Bu yıl ikincisi gerçekleşen sempozyumun teması göç ve yemekti. Sefertaslarımız üzerinden bostanından çileğine, üzümünden şarabına, arkeolojik kazılarından tarih çalışmalarına, hikayelerinden susulanlarına sofraya geldikçe konular insan insana, yürek yüreğe değdi. Su ateşe, ateşe suya değdi. An oldu bir söz, daha önce tanımadığınız birinin geçmişine dair bir anının canlanmasına, gitmişlerin anılmasına vesile oldu. An oldu bir lezzet birinin derin bir yarasına dokunup bir farkındalığa uyandırdı onu.
Çünkü konuştukça, her bir yaban otu kendi alanından bakış açısını sofraya koydukça, hepimizin meselesi bir oluyor. Görünmez bağlar görünür oluyor, görünür oldukça da sıklaşıyor.
Evet, insanın ait olduğu toprağı bulması kolay değil her zaman. Ama Cündüş’ün asması New York’ta da büyüyebilir sevgiyle büyüyorsa. Göçün ve zorunlu göçün insan olma halinin bir gerçeği olduğunu kabul etmekle başlayacak belki de düğümler çözülmeye. Bu toprağın hepimizin olduğunu ve aidiyetimizi ötekileştirerek değil, yok ederek, unutarak ve unutturarak değil, birleştirerek yapacağımıza karar vererek başlayacak bu. Belki büyük sorunlara hemen çözüm olamayacağız biz yaban otları ama fark edeceğiz, fark ettiğimizi konuşmalarımıza ekleyeceğiz, fark ettireceğiz. Konuştukça gündem olacak meseleler, gündem oldukça söylem değişmek zorunda kalacak ve eninde sonunda iktidarlar da insanı, toprağı, hayvanı odağına alan politikalar üretecekler.
İşte o gün, eski usul sempozyum Sapor, adının önerdiği gibi muhteşem bir şölen sofrası olacak.