‘Kurak Günler’i izledim. Film bana taşra insanının ‘dışarlık hali’ ile ilgili düşünme fırsatı verdi. Sadece Türkiye’de değil, bütün coğrafyalarda merkezden uzak yerleşimlerde hayatını sürdüren halkların davranışlarında ortak özellikler var. Kuzey Amerika’da geçen kurgu romanlarda da bu insan tiplemesine çokça rastlanır. Bunun eski ama iyi bir örneği, Margeret Atwood’un ‘Kedi Gözü’ adlı romanı. Toronto’nun banliyölerinde doğrucu halkın ötekine uyguladığı psikolojik işkence derin işlenmekteydi. Sürekli hakaret görme, ne yaparsan yap kabahatli olma... Ve ne uğruna, sadece uyumlanma, entegre olma arzusu…
Türkiye taşrasını da içine alabilecek ancak umarım genelleme olarak algılanmayacak birkaç özellikten bahsedelim… Taşra, dışa dönük, meraklı, laf taşıyan, müşterek hayatı önemseyip bireysellikten imtina eden, genelin fikrine uyumlu, nevrozlarını derinde yaşayan gamsız görünümlü, kişisel fikir beyan etmekten aciz veya ürkek insanlar barındırır. Geleneklere sımsıkı bağlı bu toplulukların eğitim düzeyi de büyük şehirlere göre düşük olabiliyor. Bunun sonucunda da taşra toplumunun sosyal değişime toleransı oldukça düşük seyrediyor.
Gelelim filme… Açılış sekansı çok çarpıcı… Emre adlı genç, savcı olarak atandığı kurak kasabaya alışmaya çalışırken, üstü açık araçlardan havaya ateş eden insanlara, can havliyle kaçan bir yaban domuzunun linç edilmesine ve sokaklarda sürüklenmesine şahit oluyor. Savcıya ‘çocuklara eğlence’ olarak açıklanan domuz avı, elinde cezerye ile gelen kasaba büyüklerinin doğasına ve içinde sakladığı nevroza güzel bir ipucu niteliği taşıyor. Aynı karakterler havaya ateş edenlerin ‘aslında çok sorumluluk sahibi olduğu’ ve asla hata yapmayacağına dair güvence de veriyor!
Kolay lokma gibi gözüken savcı, ötekileştirildiği durumun içerisinde var olmaya çalışan bir karakter. Ancak filmde gitgide makamının verdiği yetkiler bile yetersiz kalıyor, artan bir gerilim ile güruhlara hedef oluyor. Bütün süreç kasabanın yerel dergisinde açığa vuruluyor. Böylece halkın algısının oluşması ve hiddetlenmesi sağlanıyor.
Basının bu tür bir gücü olduğunu, 6-7 Eylül olaylarında ve daha yakın tarihli olarak Sivas katliamında görmüştük… Aziz Nesin'in, "Bin yıllık Kur'an'a neden inanayım?" sözünün gazetelerde yankılanması olayların tırmanmasına yardım etmişti. Sonrasında da ‘halkın ağır tahrik hissettiği’ ve bu yüzden galeyana geldiği açıklaması makul bir açıklama gibi dayatılmıştı.
Filmde de her şey giderek Emre'nin aleyhine dönüşüyor. Ve final onun için en korkunç biçimde yaklaşıyor…Yardım istediği emniyet güçleri, tıpkı Sivas olayındaki gibi, yetersiz veya çekingen kalıyor.
Normalde, büyük şehirlerde yerel yönetimin değişmesi genel yaşayışı pek etkilemez. Filmde ise taşra kültürüne uygun olarak seçimler kişisel çıkarlar açısından oldukça önemli. Bu da halkın hassasiyetleri ile oynanmasına ve kuraklığın sorumlusu olarak savcının sanal düşmana dönüştürülmesine neden oluyor.
Bana filmden çarpan taşranın amaçsızlık yüzünden fazlası ile meraklı olma hali… Ayrıca bastırılmış kişilik gelişimi yüzünden alaycı, ciddiyetsiz ve kaypak olma hali… Çıkarları için kurnaz ve ahlaksız olma hali ise zaten en acıklısı… Suçlu hep ‘galeyana getiren’…
Sadece dışarlık halini anlamak için bile görülmeye değer bir film…