Siz ne zaman sen olur?

Yankı YAZGAN Köşe Yazısı
11 Ocak 2023 Çarşamba

Yazılarımda zaman zaman çıkan temalardan birisi sen/siz ayrımının gelişimi olageldi. Bunu bir ‘adabımuaşeret’ meselesi olarak değil, sezgilerimizle sosyal hayatın çapraşıklıklarını nasıl çözdüğümüze ilişkin bir tür doğal deney gibi düşündüm. Yazının daha sonraki bölümlerinde alıntıladığım önceki yazılarımda özellikle yakınlık/uzaklık ilişkisinin bir temsili olarak siz/sen meselesine bakarken, iki durum arasındaki geçişler de hep ilginç geldi. Eski eşlerin senden size geçişe paralel biri birine ‘bey/hanım’ hitap şekline geçmesi bildik bir örnek.  Özel hayatınızda senlibenli olduğunuz birisiyle ilişkide, daha mesafeli bir ortam olan işyerinde olduğunuzda siz konumuna geçmeniz benzer gözükebilir; ama birincisindeki sahici uzaklaşmanın getirdiği kalıcı kayıp duygusu, üzüntü ya da öfke ile ikincideki hafif yapay sınır tesisini aynı kefeye koyamayız.

Sen-siz ayrımının bir politik araç olabileceğine ilişkin bir örneği ise yakınlarda TTB Başkanı Dr. Şebnem Fincancı’nın yargılandığı mahkemedeki heyete kendisine ‘sen’ demeye hakları olmadığını belirtmesinde gördük. Yargıda ve başka devlet kurumlarında, yadırgamayı aklımıza bile getirmediğimiz ya da cesaret edemediğimiz ‘sen’leştirmenin ezici ve haddini bildirici işlevini ortaya koyan bu bildirim mahkeme heyetinin söylemini pek etkilemedi. Ama sen ve siz ayrımının basit bir nezaket meselesinin ötesinde bir güç ilişkisi simgesi olduğunu hatırladık. Yakın ve uzak olmak kadar altta ve üstte olmanın da işareti…

***

Bir gece önce şirket yemeğinde beraber kadeh kaldırdığımız birim müdürüm ile sabah koridorda karşılaştığımda “N’aber abi? İyiydik dün di’mi?” dersem neden yadırganır? Bu yadırgama sadece hiyerarşik (yukarı-aşağı) ilişkiler için mi geçerli? Yoksa eş düzeydekilerle ilişkilerimiz de hızlıca yakınlaşmaya pek elverişli değil mi? Mesafe ayarı yapmayı öğrenmeye başlamamız hayatın ilk yılı içindedir. Yabancılara karşı uzak durmaya, yakın bildiklerimize ise sınırsız sokulmaya eğilimimiz bebeklikten çıktıkça giderek artar. Uçakta koltukta yanı başımızda oturan ve bacakları sizinkilerden uzun olmasa da bacaklarınızla içli dışlı olacak kadar yayılmış olan kişinin bu davranışı bir yakınlık göstergesi de sayılabilir. Ancak yaş küçük de olsa büyük de olsa yakınlık ancak karşılıklı ise, bir anlam yüklenir. Karşısındakinin ne durumda olduğunu izleyemeyen ve anlayamayan yakınlık gösterilerini rahatsız edici bulmamızın sebebi de budur.

İlişkilerdeki mesafe ayarı birisinin elini sıkarken ne kadar sıkı ve kaç saniye tutacağımızdan başlayıp, gözünün içine bakmayı ne kadar sürdüreceğimize ve dudaklarımızdaki gülümsemenin bir sırıtmadan nasıl farklılaşacağına kadar uzanır. Kurallar iyi kötü bellidir; yakın tanıdıklarımızı kucaklar, yanaklarından öperiz. Yeni tanıştığımıza biraz daha uzaktan bir elimizi uzatırız. Profesyonel ortamı paylaşıyorsak, babamızın elini öpmeme hakkımız vardır. Aynı işyerinde çalışan eşimizden ya da annemiz/babamızdan ‘bey, hanım’ olarak söz etmemiz yadırganmaz.

Yabancılıktan bildikliğe geçişin protokolü nedir? Siz ne zaman sen olur?” sorusunun yanıtı “Kime siz, kime sen deriz?”den daha karmaşıktır. Siz demek ve sen demek için iyi kötü kurallar vardır; ama bu kuralın yerini başka bir kurala hangi noktada bırakacağına karar verebilmek için gittiğimiz iletişim kurslarının reçeteleri yetersiz kalacaktır.

***

İlişkiler soğuduğunda ‘sen’den ‘siz’e geçmek ise, bazen sahici ama çoğunlukla yapay bir senli benliliğin sonunu simgeler. İş dünyasında samimiyet ve yakınlık duygusunu (ve bunun getireceği takım ruhu ya da kuruma bağlılık hissini) yaratmak için ne kadar çok uğraşıldığını biliyoruz. Kullandığımız kelimelerde duygu dilini tercih ederek, süreçleri rasyonel bir kuruluktan çıkartmayı deneriz. İş hayatındaki duygu dili ile ilk tanışmamı hatırlıyorum. Bir proje için oturup konuştuğumuz ürün ekibinin lideri geliştirdikleri projeye ilişkin kanaatimi sormak için “Nasıl, size de heyecan veriyor mu?” diye sormuştu. Öylesine bir soruydu ki, ne hissediyorsunuz değil, cevap iki seçenekliydi: heyecan duyuyor muydum, duymuyor muydum? Daha önemlisi duydukları heyecanı paylaşıyor muydum? İşe alınacak bir eleman olsaydım, “Ah evet, heyecan içindeyim, beklemeye bile dayanamıyorum” demekten başka yol bırakmayan bu duygu diline dayanmak sahiden mümkün olmayabilirdi. Neyse ki, daha özgürdüm: Heyecanlandırıcı durumlarda heyecanlanmam zaman alıyor, henüz o kadar zaman geçmedi” gibi bir suya sabuna dokunmaz cevapla atlattığım bu duygu yağmurunun 2000’li yıllarda iyice moda olduğunu hatırlatayım. Hep beraber yüreğimizin götürdüğü yere gittiğimiz, daha doğrusu gitme fantezisi kurduğumuz o günlerin nice zirvelere mal olmuş ‘tema’sı şimdilerde banka reklamında Cem Yılmaz’ın fezaya mesaj yollarkenki dalga geçme malzemesi.

Modaydı, geçti’, demek istemem. Duygusal ve rasyonel zekânın pratik bir gerçeklik olduğuna ve birisinden birisini tercih etmek zorunda olmadığımızı artık kabul ettik. Duygu ile akıl arasında gidip geldiğimiz yıllarda, bilim geliştikçe kalp ile beyin metaforuna oturttuğumuz bu iki ucun arasındaki dengeyi ne sağlar? Yeni keşfimiz ‘sosyal’ hayat. Başkaları ve kendimiz arasındaki ilişkilerdeki işleyiş kurallarını anlamaya çalışıyoruz. İletişim ya da duygu dili gibi kavramları gerçek derinliğine ulaştırmak için nezaket, merhamet, saygı, itibar, statü, zayıflık gibi ‘psikolojik’den ibaret olmayan kavramları daha çok ele almalıyız. Birey düzeyinde duygu ve akıl arasındaki dengeyi, sosyal hayat içindeki evrimle elde edilmiş bu kavramlarla bireyin hayatına yansıtmak mümkün olabilir.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün