Bazan da nereye gideceğini bilmez insan… Gitmek ister ama nereye gideceğini bilmez. Yine de yola çıkmalı. Yol götürür çünkü. Hiçbir yere gitmediğinizi zannettiğiniz zaman bile götürür. Bazan yolda yürürken burnuna çalınan bir koku götürür insanı geçmiş günlere, bazan duyduğu bir söz taşır geleceğe… Bazan da önüne çıkan bir tabela götürür insanı o gün gitmesi gereken yere…
Bu sefer de öyle oldu. Kızımı ziyarete geldiğimden beri günlerdir yağmurun ve fırtınanın etkisi altında kalan San Francisco’da güneş nihayet bulutların arasında yüzünü gösterince kendimi sokağa attım.
Şehrin hangi köşesine gitmek istediğimden tam emin olmasam da yola çıktım. Öylesine avare ve aylak dolaşırken gözüme bir tabela takıldı: Amerikan Mücellitleri Müzesi.
Mücellit. Yani, kitabı ciltleyen. Yani, eskilerde ayrı sayfalar halindeki kitabı ya da defteri el işçiliğiyle dikerek bir bütün haline getirip kapaklarını, kaplarını birleştiren ve süslemelerini yapan zanaatkar.
Mücellit Müzesi bir anlamda kitabın tarihini anlatan bir müze. Kitaba dair, kitabın tarihine dair bir müze. Papirüsten kağıda, ilk Çin baskı yöntemlerinden batıda üretilen baskı makinelerine, elle yapılan kesim ve dikim işlerinden endüstriyel üretime bir kitap üretim tarihi müzesi. Baskı makineleri, katlama alanları, dikiş ve kaplama alanları, kullanılan malzemeler… Hepsine dair bilgi bulmak mümkün bu müzede. Yetmiyor, proje alanında, siz de bir mücellitmişsiniz gibi, kitabınızı dikmeyi deneyebiliyorsunuz.
Büyüklerimizin evlerindeki eski kitaplar kapalıyken, sayfa kenarlarının altın ya da mermerimsi boyalı olduğunu görürdük. Bunun nedenini biliyor muydunuz mesela? Ben hep estetik sebeplerle olduğunu düşünürdüm. Meğer dekoratif olduğu kadar kağıtla toz arasına bir bariyer oluşturarak kitabı korumak içinmiş. O dönemlerde gerek ısınmada gerek yemek pişirmede açık ateş kullanıldığından oluşan is kağıt için çok zararlıydı. Bazı eski kitaplarda kitabın ismi kapak dışında, burada da yazılı olurdu. Meğer bu da o dönemler kitaplar kütüphaneye şimdiki gibi ayakta değil, yatay şekilde üst üste yerleştirilirmiş. Aradığınızı bulmanız daha kolay olsun diye sayfa kenarlarına kitabın ismi yazılırmış.
Peki ya dünyanın ilk basılı kitabının -tam tarihi bilinmese de- Çin’de MS 2 ila 5. yüzyılda üretildiği düşünülen bir Budist öğreti kitabı olan Diamond Sutra olduğunu biliyor muydunuz?
En eski papirüs rulolarından bugünkü haline kitabın yolculuğunu izlerken gelecekte nasıl bir kitap kültürümüz olacağını düşünmeye başladım.
Sahi hala basılı kitap okuyan kaç kişi kaldık acaba? Basılı kitabı dijital kitaba tercih eden? Dijital kitabı sesli kitaba tercih eden? Yoksa sesli kitabı dinlemek okumaktan daha mı kolay geliyor bizlere?
***
Eve döndüm, çocuklar gözüme bir gözlük verip sanal alemde bir yola çıkarıyorlar beni. Bindiğim asansörün kapısı bir gökdelenin tepesinde açılıyor. Tam önümde bir tramplen… “Hadi, tramplenin ucuna git, bak” diyorlar. Evimizde, salonda, sağlamda olduğumu biliyorum. Ne ki, bacaklarım titremeye başlıyor, tramplenin üzerine adımımı atamıyorum. Neden sonra, “Ah benim aptal beynim! Bu yüksekliğin yalan olduğunu biliyorsun, hala neden korkuyorsun?” diye kendimi telkin edince, tramplenin üzerine çıkıp uca yürüyebiliyorum. Bacaklarımda hala zangır zangır bir titreme!
Yüksek binaların arasında, incecik bir tahta tramplendeyim. Hiçbir koruma yok. Bacaklarımın titremesi mi trampleni sallayan? Uzaklarda bir dağ, Mabella’da La Concha’ya benziyor. Aşağısı? Boşluk! Uzaklarda çok uzaklarda beton! Bunun gerçek olmadığını biliyorum, ama korku gerçek. Derken bir fazla adım… Aaaahhh! Düşüş gerçek! Etrafımdaki binaların yanından hızla geçerek çakılıyorum yere. Her yer bembeyaz oldu. Oyun takıldı galiba? “Hayır anne, öldün!”
Burası çok gerçek bir sanal dünya. Birçok markanın Metaverse’e yatırım yapması daha bir anlaşılır oluyor şimdi bana. Bu sanal dünyanın gerçek fiziksel dünya ile bütünleşmesi yakın. Burada üstünüze deneyip beğendiğiniz ya da belki de kendi yarattığınız bir sanal kıyafeti bilgisayarınıza bağlı 3D printerden basıp gerçek dünyada giyebilmeniz işten bile değil. Burada arkadaşlarla toplaşıp sohbet etmek, oyun oynamak belki gerçekte yapamayacaklarınızı yapabilmek oldukça etkileyici. Çünkü deneyim yalan, ama beyinde yarattığı duygu gerçek. Seyrettiğiniz filmin içinde yaşamak gibi... Tünellerden düşen Alice’in ta kendisi oluyorsunuz. Belki de elinizdeki kumanda sayesinde bir an Harry Potter iken diğer an Voldemort’a dönüşmeyi ve filmi iki kahramanın gözünden yaşamayı seçeceksiniz. Ya da salonunuzun konforunda kendinizi tüm duygularıyla gerçek hissettiğiniz bir seyahate çıkacaksınız. Afrika savanlarında bir aslana yem de olabilirsiniz, bir gorile sarılabilirsiniz. Okyanusların derinliklerinde köpek balıkları ile yüzebilirsiniz ya da Everest’in zirvesine tırmanabilirsiniz. Yüksekliğin oksijensizlik çarpmasını yaşamayacaksınız belki ama tırmanışın etkilerinin büyük kısmını hissedeceksiniz. Arkadaşlarınızla buluştuğunuz lokantada yemeğin kokusunu ne kadar alabileceksiniz bilinmez ama karnınız beyninizin gerçekliğe kandığı oranda belki bir süreliğine doyacaktır.
Peki Metaverse, basılıdan dijitale, dijitalden sesli kitaba, kitap okuma alışkanlıklarımıza ne kadar etki edecek? Kitabın filme üstünlüğü hayal gücüne yer bırakmasıydı. Okur, yazarın tasvirleri doğrultusunda kahramanı da anti kahramanı da, ortamı da kafasında kendine göre canlandırıyordu. Yazarın eksik bıraktıklarını kendine göre tamamlıyordu. Sanal gelecekte, kitabı okurken, belki aynı anda hem kahraman hem anti kahraman bakışından hatta onlar olarak kitabı yaşamak -okumak, dinlemek değil yaşamak- mümkün olacak sanırım. Yazarların çok daha kapsamlı yazmaları gerekecek haliyle. Peki okurun hayal gücüne ne kadar yer bırakacak?